Yine Barışın Fotoğrafını Çekemedik Bu Eylül..
- GÖZDE DEMİREL - |
En sevdiğim aylardan biridir Eylül… Yazın bitişi de güzeldir, “son” da olsa baharın gelişi de… Üstelik İstanbul Eylül ayında çok güzel olur. Bir ayın bir şehre yakışması nasıl olur mu diyorsunuz, çıkın dışarı yürüyün biraz. Sararan yaprak romantizminin ötesinde hava derecesinin ne bunaltan ne üşüten seviyede olması şehrin tadının daha bir çıkarılmasını sağlıyor bence.
Öte yandan eylül ayını ne kadar çok sevsem de bu eylül benim için bir türlü geçmek bilmeyen bir soğuk algınlığı ile geçti. Evde sehpanın üzerinde biriken ilaçlara inat ben kapalı alanlara bir türlü sığamayınca hasta hasta dolaşır oldum etrafta. Bir de tam iyileşmek üzere iken yağmurun gazabına isteyerek/istemeyerek uğramalarım işin tuz biberi oldu. Yok, şikâyetim yağmura da değil, yağmurda yürümeye de. Yine yağsın yine eylül olsun ben yine yürürüm yağmurlarda… Çünkü bazen sonunda hasta olacağını bilsen de bir şeyler yapmak iyidir.
İstanbul’da eylülü sevmemin nedenlerinden biri de ışığın en güzel olduğu aylardan biri olması nedeniyle. Eğer biraz fotoğrafa gönül vermişseniz ve sizde hard diskinizde giderek biriken fotoğraf dosyalarını ne yapacağınızı bilmiyorsanız eylül ayında çektiğiniz şehir fotoğraflarına bir bakın derim. Işığın ne de güzel olduğunu fark edeceksiniz.
*
Fotoğraf çeken grupların sayısı da artıyor bu günlerde. Evet, artık “grup halinde fotoğraf” çekmek diye bir şey var. Sosyalleşmeyi uğraşla birleştirerek çevre ediniyoruz kendimizce. Yok, kötü bir şey değil bu elbet. Sosyalleşmek iyidir, evlerde dvd'lere hapsolmak yerine yeni yüzler, öyküler tanımak da… Ama yaratıcı olmak da iyidir. İnanın her Balat’tan geçişimde ellerinde fotoğraf makineleri aynı açıdan aynı çamaşır, kedi ve çocukları çeken grupları görünce gülmekten kendimi alamıyorum. Yani Balat iyi güzel hoş da, fotoğraf biraz da sana anlam ifade edeni çekmek değil mi? Üstelik ben Balat’ta yaşayan ve çamaşırlarını evinin balkonuna asan Zehra teyze olsam, mahremiyetim kalmadı diye çamaşır asmaktan çekinirdim.
*
Eylül Türkiye ve Dünya için ilginç bir ay oldu. Dünya gündeminde elbet birçok farklı şey de olsa, Filistin Yönetimi’nin devlet statüsü için Birleşmiş Milletlere gitmesi tarihi bir andı. Her ne kadar baskın kuvvetler ve baskın kuvvetlerin içinde yer eden lobiler Filistin’in BM nezdinde “oy hakkı olan üye” ülke konumunda olmasına izin vermeyecek de olsa önemliydi. Şu ahir ömürde ben inanıyorum Filistin’in devlet olduğunu, El Fetih ve Hamas’ın bir araya geldiği, daha fazla insanın ölmediği günleri göreceğim. Sadece ne zaman bilmiyorum. Ama Hanzala’nın artık yüzünü göstermesini istiyorum…
Öte yandan Filistin – İsrail sorunu kadar bize yakın ve “milleştiremediğimiz” bir mesele olmaması dolayısıyla Yemen yine gözlerden kaçtı. Oysa başta “yolsuzluk” nedeniyle halkına yıllardır acı çektiren ve tedavi amacıyla yurtdışına giden ( ve bu arada kim bilir kimlerden) akıl alan devlet başkanı Ali Abdullah Salih’in ülkesine dönmesi ve her gün 10’dan fazla kişinin ülke içindeki çatışmalarda hayatını kaybetmesi en az Filistin kadar önemliydi bu ay bence.
*
Türkiye’de artık alıştığımız tempoda hareketli günler yaşadı elbet bu ay. Barışa yine şans vermedik. Yine insanlar baskın medya diliyle “şehit” oldu ya da “ölü ele geçirildi” ya da “öldürüldü”. Kendi çıkarları uğruna “insan” olgusunu görmezden gelmeyi tercih eden birçok farklı yan gündeme kendilerince yön vermeye çalıştılar. Öte yandan sevindirici şeyler de oldu. Mesela BDP mecliste dün yemin etti. Barışa bir şans vermek adına ne de güzel bir hareket…
Düşünüyorum, “işte geri adım attılar, tükürdüklerini yaladılar” tarzı kendini tatmin cümleleri kuran bir takım medya organları ve insan güruhları gerçekten hiçbir savaş yaşadılar mı? Ya da barış bu kadar mı önemsiz onlar için. Ertesi gün, bilemedin ertesi hafta hadi ertesi yıl olsun unutulacak “polemik cümleleri” için barışa bir şans vermeyi es geçmek bu kadar kolay mı?
*
Ben hastaydım İstanbul’un en güzel eylül ayı boyunca. Yine hastalanacaksın deseler yine yağmurda gecenin bir yarısı yürürüm. Peki ya bazı insanlar neden “savaş” çığırtkanlığı yapmaya devam ediyor, sonunda topluca büyük acılar çekeceğimizi bile bile. Bu iki inadın kesiştiği bir yer var mı sizce?
*
Fotoğraf güzeldir. Anı ölümsüzleştirir. Zaman zamanda sokakta top oynayan çocukları, Balat’ta asılı iç çamaşırları, Nuri Bilge Ceylan’ı o güzelim filmi Bir Zamanlar Anadolu’da’nın ardından yüzde oluşan o durgun bakışı, Kapalıçarşı Hanları’nda yerlerinden edilmemeye direnen küçük esnafın gümüş işlerken ki gülümsemesini, uzun süredir görülmeyen bir arkadaşa bakan gülümsemeyi…
Fotoğraf güzeldir. Anı ölümsüzleştirir. Bu aralar fotoğraf çekmiyorum oysa ben. En azında çok fazla çekmiyorum. İnsanların yüzlerinde günden güne biriken “tahammülsüzlüğü” ölümsüzleştirmek istemiyorum.
Aksine gün geçsin ve biraz daha umut olsun barış için istiyorum.
Belki o zaman yine alırım fotoğraf makinemi elime, durmaksızın İstanbul boyu yürüyen insanların fotoğraflarını çekerim.
YORUM YAZIN