Header Ads

Kentsel Dönüşüm Değil, Tarihi Kent Yıkımı

- DOĞAN KUBAN -
Bugün kendilerini İstanbullu farz edenler bundan 50 yıl önceki kenti hayal bile edemezler. Fakat deniz İstanbul’u her gören ve orada yaşayan için kentin kimliğini saptayan temel bileşendir. Ne var ki kentin son elli yıllık gelişmesi İstanbul yaşamının denizden koparılmasına engel olamadı. Deniz kıyılarındaki yollar, halkı denizden uzaklaştıran bilinçsiz planlama ya da plansızlık, denizin kent ulaşımında önemini yitirmesi, motorlu araç egemenliği, kıyılardan uzak çevre tepelerine doğru hem Anadolu hem de Trakya’da sınırsız büyüyen kent toprakları yeni planlama ölçütlerini zorunlu hale getirdi.

Fakat bu ölçütlere yanıt verecek bir plan yapılamadı ya da uygulanamadığı için sağlıklı bir büyüme olmadı. Denizin ikinci plana düşmesi kenti bir kara kenti yaptı. Büyük kent deneyimi olmayan Anadolu insanının hızla büyüyüp gelişen bir megalopoliste kent planlaması ile ilgili ne bir fikri ne bir hayali olması beklenemezdi.

Bu gelişmeler tarihi verilerin ‘şuna deymiş, buna deymemiş’ yöntemiyle parça parça yok edilmesine neden oldu. Milyonlarca insan, sorumlularla birlikte, kırılgan tarihi kent dokusunu, bilgisizlik, bilinçsizlik, toprak spekülasyonu, biraz da fakirlik nedeniyle, yok ettiler. İstanbul kentinin son yarım yüzyıldaki gelişmesinin tarihe karşı duyarsızlığı, çağdaş göçer Türk kültürünün bir göstergesidir. Bunun nedenini araştırmak gerekir. Çünkü açıklayacağı daha pek çok çağdaş özelliğimiz var.


ULAŞIMIN İNSAFSIZ ÇARKI 
Yahya Kemal, İstanbul’u kanında duyan, en büyük İstanbul şairidir. Fakat kentin mekanik azmanlaşmasıyla bugünün Istanbullusu ne ‘Süleymaniye’de vatanın birliğine karışır’, ne ‘Serviler şehri Üsküdar kendi iç aydınlığına dalar’ ne de ‘Kalamış’ta bir tatlı huzur’ arar.

Körfezdeki durgun suya bir bak göreceksin

Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin

ne de ‘Kanlıca Körfezi’nin derinliklerinde güller hayal edecek’ kentli kaldı.

Eski İstanbul hakkında canlı anıları olamayanlar, ulaşımın insafsız çarkında öğütülüyor. Otobüs ya da trafiğe sıkıştırılmış milyonlarca insan bu kentin yaşamının 1500 yıl denizle yoğrulduğunu akıllarına bile getirmiyor. Ne kadar büyük ve eşsiz bir tarihin üstünde oturduklarını akıllarına bile getirmiyorlar.

Boğaz köprüsünden algılanan İstanbul siluetinin farkında olduklarını bile sanmıyorum. Belki duyarlı bir grup aydın çok büyük bir dünya kentinde yaşadıklarını silik tarihi anılar içinde hissediyorlardır. İstanbulluların çoğunluğu bir minareyi, bir taç kapıyı, bir kemeri, arabaların arasına sıkışmış Art Nouveau desenli bir parmaklığı algılamıyorlar. Artık çok yaşlıların anılarında kalan imgeleri bugünün kuşaklarına iletmek olanaksızdır.

Neden İstanbul da Paris, Roma, Berlin, Münih, Floransa, Viyana, Prag, Sen Petersburg, Londra, Amsterdam gibi olmasın? Daha tutarlı ifade etmek için, niçin İstanbullu tarihi mirası korumak için, gökdelenlere gösterdiği ilgi ve saygıyı Zeyret’e, Süleymaniye çevresine göstermiyor? Çağımızın uygar ülkelerinin uygulamalarıyla bu çelişkiyi neden yaşıyoruz?

İstanbul’un 18 milyon insanı 400 000 hektardan fazla bir alan işgal ediyorlar. Oysa İstanbul’da suriçi sadece 1440 hektardır. Bunun çevresinde korunması söz konusu olan alan 10 000 hektarı geçmiyor. Biz bu kentin 35’te birini koruma iradesi ve yeteneğini neden gösteremedik?

KORUMA, CAMİLERE İNDİRGENİNCE 
Oysa korumayı sağlayacak bilgi öğretilebilir ve yapılıyor. Ama, tarihi çevre korunmasını camilerin korunmasına indirgemiş bir cehalet ortamında kentin konakları, köşkleri, yalıları (şimdi yapılan uydurma Osmanlı üslubu konaklar değil!), mesire yerleri (Eğer otopark olmaktan kurtarılırsa!) hazireleri, hamamları, hanları, çarşıları, büyük anıtlarının çevreleri, yaşatılarak ya da tarihe saygılı olarak planlanarak ve otomobil denilen kent-yok-edicisini kentsel odakların görüntüsünden uzaklaştırarak bu mirası geleceğe kazandıracak olanakları yaratabiliriz. Bu şans, az da olsa, bilinçli bir yaklaşımla İstanbul’a evrensel statüsünü hâlâ kazandırabilir.

Bunu duyarsızlık ve bilgisizlik nedeniyle yapamayanlar suçu modernleşmeye, dünyanın her köşesinde olan dönüşümlere, motorlu araca ve nüfus artışına yükleyemezler. ‘Tarihi Mirası Korumama’nın bunlarla ilişkisi olmadığını Avrupa’nın her kenti kanıtlar. Bu sadece kendi geçmişimiz konusunda bilgisizliğin getirdiği vurdumduymazlık ve sınırsız bir açgözlülük sonucudur. Bu kaygısızlığın, içeriksiz ve olanaksız bir Osmanlılık söylemiyle örtüşmesi de sürekli bir Yanlışlıklar Komedisi boyutlarındadır.

Bu kente çok kötülük yaptık. Bazı eğrileri artık doğrultamayız. Adnan Menderes’ten bu yana çok yıkıcı yetiştirdik. Bunların çoğu makam ve güç sahibi olmaktan çok, sıradan halkın kendisi idi. İstanbul bir daha olmayacak. Biz onun sadece lafını ediyoruz. Ama, ne tanıdık ne de sevdik. Eski köşkünü, yalısını yıktırıp yerine apartman yaptıranların, eski ahşap evlerin yerine betonarme Osmanlı konakları yaptıranların, Eski Beyoğlu sinemalarını alışveriş merkezi yapanların İstanbul’un tarihi korunması ile ne ilgisi var? Bunun adı kentsel dönüşüm değil, tarihi kent yıkımıdır.

Sevgili Okuyucular,

İstanbul’un tarihini korumanın gündelik polemiklere giremeyen içeriği derin bir bilgi yokluğundan ve bilinçsizlikten kaynaklanmaktadır. Ben Osmanlı son dönemimin iyi yetişmişlerini, ailenin büyükleri olarak tanıdım. Bir bölümünün çağdaş dünya hakkında bilgileri yetersiz olabilirdi. Fakat onlar, sayıları az da olsa, yüzyılların birikmiş sağduyusu ve bilgeliği ile dünyaya bakarlardı. Bugün cehaletin verdiği cesaret, hoyratlık, boşvermişlik ve insana karşı saygısızlık onları çevresinde yoktu. ‘İstanbul Efendisi’ bu davranışlara sahip olanların özelliği idi.

İstanbul’un kalan özelliklerini kurtarmak da o tür bir duyarlık gerektiriyor. Bunları son 40 yıl içinde kente gelen Anadolu göçmenlerinde beklemek yanlıştır. Onları suçlamak da yanlıştır. Bunu kendi ailemdeki deneyimle biliyorum. Anne ve babaları Türkiye’de yetişmiş oldukları halde benim torunlarım Amerika’da büyüdüler. Geçen sabah benim ve anne ve babalarının çok duyarlı olduğu İstanbul şarkıları çalarken hiç ilgilenmediler. Sabah akşam tıklım tıklım otobüslerde Bayramoğlu’ndan Çekmeköy’e giden yeni İstanbullu, Kalamış ya da Süleymaniye’yi nereden bilecek? Bilgilenmeden bu duyarlığa ulaşmak olanaksızdır. Önce bilecekler, sonra sevecekler, sonra sahip çıkacaklar. Bunun ne kadar güç bir süreç olduğunu Türkiye kentlerinin hali yeteri kadar açık göstermiyor mu?


Not: ‘İstanbul’ deyip ‘İstanbul’ diye yazmanın sinir bozan zorba bir eskicilik olduğunu düşünüyorum.

*Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.