Avrupa Basınında Bugün (9 Ağustos 2013)
İngiltere Basını
Dergi yazıya "Türk demokrasisi için ileriye doğru atılmış, geri dönülmez bir adım olacaktı. Ancak beş yıl süren ve aralarında ordu mensupları ve onların işbirlikçisi olduğu iddia edilen 275 sanığın darbe komplosu kurmakla suçlandıkları Ergenekon davasında 5 Ağustos'ta verilen ağır cezalar, pek çok kişinin, aksi yöne gidildiği inancını pekiştirdi" sözleriyle başlıyor.
'Adalet değil intikam'
Dergi "Saygı gören eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve diğer 18 sanığa, ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi'ni devirmek için komplo kurmaktan ömür boyu hapis cezası verildi" derken aralarında avukatların, gazetecilerin ve akademisyenlerin de bulunduğu diğer 256 sanıkta. 21'inin beraat ettiğini belirtiyor.
Ergenekon davasının, ordudaki generallerin, AKP'nin itibarını düşürmek için bir 'kirli işler' birimi kurduğu savına dayadığını yazan Economist, hazırlandığı iddia edilen komplo çerçevesinde camilerin bombalanmasının ve Hıristiyanlar'ın öldürülmesinin planlandığının iddia edildiğini aktarıyor.
Dergi "Ordunun muhalif Kürtler'in topluca öldürülmesine ve diğer 'devlet düşmanlarının' işkence görüp cezaevine atılmasına verdiği destekle dolu siciline bakıldığında bu iddialar inandırıcı gelebilir" yorumunu yapıyor.
'Tarih affetmeyecektir'
"Generalleri saf dışı bırakma Erdoğan'ın bugüne kadar elde ettiği en büyük başarı" diyen Economist, bu hafta verilen cezaların, gelecekte benzer planlar yapacak kişilere de açık bir mesaj verdiğini belirtiyor.
Ancak, bu dava için özel inşa edilen duruşma salonunda yapılan yargılamanın, başından beri tartışma yarattığını vurgulayan dergi, 2007'de ordu tarafından devrilmek istenen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bile dava ve yargı süreci konusunda bazı endişeler dile getirdiğini hatırlatıyor.
Dergi yazısını, "Bu endişeler, hükümetin Kürtler'le siyasî bir çözüm arayışına destek veren Başbuğ'un 2012'de tutuklanmasıyla arttı" diyen dergi Erdoğan da yakın zamanda "Başbuğ'a terör örgütü üyesi diyenleri tarih affetmeyecektir" dedi. Başbuğ'un kızı Feride davayı 'komedi' diye nitelerken, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise savcıların 'adalet değil intikam' peşinde olduğunu savundu" sözleriyle sürdürüyor.
Savunma avukatlarının uzun süredir, müvekkilleri aleyhindeki kanıtların ya uydurma ya da tahrif edilmiş olduğunu söylediğini aktaran Economist, davayı izleyen Batılı diplomatların da, 'davanın geçerliliğine gölge düşürmeye yetecek kadar çok açık olduğu' görüşüne katıldığını belirtiyor.
Erdoğan, 'Gülen kadrosunu' temizlemek istiyor
Economist, "Kimileri de bu davada, Amerika Birleşik Devletleri'nde sürgünde yaşayan Fethullah Gülen ve ona bağlı hareketin parmağı olduğunu düşünüyor" diyor ve ordunun peşini hiç bırakmadığı Gülen hareketinin AKP iktidarında canlandığını vurguluyor. Dergi, "Gülen hareketinin polis güçlerine ve yargı kadrolarına o kadar büyük sayılarla sızdığı söyleniyor ki, bunu kendisine bir tehdit olarak gören Erdoğan, bu kadroları temizlemek istiyor" saptamasında bulunuyor.
"Eğer Erdoğan'ın giderek artan baskıcı yönetimi olmasaydı, kamuoyu, bu davayı olumlu bir ışık olarak görebilirdi" diyen Economist, binlerce kişinin yaralanmasına beş kişinin de ölümüne neden olan Haziran ayındaki protesto gösterilerine hükümetin verdiği sert yanıtın, tüm dünyada imajını zedelediğini belirtiyor.
Dergi, "Bunu hiç umursamayan Erdoğan, Yahudileri kastederek, bir faiz lobisinin ve onların piyonlarının, Türkiye'yi zayıflatmak ve AKP'yi devirmek için bu protestoları planladığını söylemeye devam ediyor" diyor ve yazısını şöyle noktalıyor:
"Türkiye'nin en büyük sanayi kuruluşu Koç Holding, İstanbul'daki otellerinin kapılarını polis vahşetinden kaçan protestoculara açtığı için hedef alınırken Erdoğan, Divan Oteli'nin suçlulara yardım ve yataklık ettiğini söyledi. 24 Temmuz'da polis destekli vergi müfettişleri, aralarında Tüpraş'ın da bulunduğu, Koç Holding'e ait şirketlerin merkezlerine baskınlar düzenledi. Baskın haberinin ardından, Koç'un İstanbul Borsası'ndaki hisselerinin fiyatları dibe vurdu. Şirketin bir gündeki kaybının 1,8 milyar lira olduğu söyleniyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu teftişlerin rutin çalışmalar olduğunu söyledi. Ancak İstanbul merkezli bir büyük işadamı, "Bunlar, baskı ve korku salma taktikleri. Rutin olan asıl bu" diyor".
'Mısır'ın geleceği demokrasiye bağlıdır'
Financial Times gazetesi bugün Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Mısır konusunda kaleme aldığı bir yazıyı yayınlıyor.
"Mısır yeni demokrasisini bir an önce onarmalı" başlıklı yazıda Gül Mısır'ın hem bölgede hem daha geniş çerçevede hep ilerleme ve gelişmenin öncüsü bir ülke olduğunu belirtiyor.
"Pek çok büyük medeniyetin mirasını devralan ve Arap dünyasının öncüsü bir ülke olan Mısır ve halkı diğerlerine örnek oldular. Mısır'ın başarıları, başarısızlıkları ve izlediği yön sadece Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da değil tüm İslam dünyasında yakından izleniyor" diyen Abdullah Gül, 2011'deki Ocak Devrimi'nin ardından Türkiye olarak Mısır halkının özgürlük, demokrasi ve onur mücadelesini desteklediklerini ifade ediyor.
"Geçirdiği büyük değişimin ardından ben Mısır'ı ziyaret eden ilk devlet başkanı oldum. O zamandan bu yana Türkiye, Mısır'ın yeni demokrasisini güçlendirmek ve siyasî sistemin toplumun tüm kesimlerini kucakladığından emin olmak için her türlü yardımı yaptı" diyen Cumhurbaşkanı Gül, Mısır'daki siyasetçileri, ordu yetkililerini ve sivil toplum liderlerini bu tarihî değişimi korumaları için kişisel olarak teşvik ettiğini belirtiyor.
Türkiye'nin deneyimleri
Mısır liderlerine 'denge, kararlılık, sabır, azim ve hepsinden de öte katılımcılığı destekleme' telkininde bulunduğunu kaydeden Abdullah Gül yazısını şöyle sürdürüyor:
"Maalesef, demokrasi yönünde atılan bu tarihî adım iki yıldan az bir sürede başarısızlıkla sonuçlandı. Ülkenin demokratik yollarla seçilen ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi deviren darbe, ülkenin gelişmesini raydan çıkardı. Mısır'ın içine düştüğü kördüğüm belki de önlenebilirdi. Belki bu sıkıntılar erken seçimlerle aşılabilirdi. Ama ne olursa olsun, sorunlar demokratik mekanizmalarla çözülmeliydi."
Abdullah Gül, Türkiye'nin deneyimlerinin, demokratik mekanizmaları işler halde tutmanın ve demokratik değerlere bağlı kalmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini belirttiği yazısında demokrasiye bağlılığın özellikle zor dönemlerde daha büyük önem kazandığını vurguluyor.
Mısır'ın hassas bir dönemden geçtiğini ve bu sürecin Arap Baharı ardından ortaya çıkan genç demokrasileri tanımlayacağını belirten Abdullah Gül, birleştirici ya da bölücü her türlü adımın hem Mısır'ın hem de bölgenin geleceğinde belirgin bir iz bırakacağını ifade ediyor.
'Can kaybı toparlanmayı imkânsız kılacaktır'
Yazısında "Tüm tarafların atması gereken yapıcı ve açık adımların neler olduğu belli. Mısır halkı birbirine karşı protestolar yapan iki kampa bölündü. Hâlihazırda onlarca kişi yaşamını yitirdi. Mısır'da ihtiyaç duyduğumuz şey, bölünmüş bir halk değil, geleceğinin etrafında birleşmiş bir halk. Ekonomik ve sosyal sorunlar, sadece Mısır halkının biraraya gelmesiyle aşılabilir" görüşüne vurgu yapan Cumhurbaşkanı Gül şöyle devam ediyor:
"Mısır'ın geleceği, halkın özgür iradesinin tecelli edeceği, anayasal meşruiyetin muhafaza edildiği ve hak ve özgürlüklerin garanti altında olduğu demokrasiye bağlıdır. Mısır için bundan başka bir çözüm yolu yoktur ve başka hiçbir girişim istikrar sağlamayacaktır.
"Bu kavşakta, demokrasiyi yeniden rayına oturtmak için şu adımlar hayatî önem taşımaktadır. Öncelikle, devrimin amacı olan, demokrasiye acil dönüş için katılımcı bir geçiş süreci büyük önem taşımaktadır. İkinci olarak, tüm siyasî grupların gelecek seçimlere katılmasına izin verilmelidir. Herhangi bir grubu sürecin dışında bırakmak sürece zarar verecektir. Üçüncü olarak, Muris ve taraftarlarının serbest bırakılması, uzlaşma ve istikrara büyük katkı sağlayacaktır. Dördünü olarak, herkes, daha fazla can kaybına neden olmamak için kontrollü davranmalıdır. Liderler iyi niyetle kördüğümü aşmaya çalışsa da daha fazla can kaybı toparlanmayı imkânsız kılacaktır."
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yazısını, Türkiye'nin Mısır'la ilişkilerini geliştirmek ve ülkeyi demokrasi yolunda tutmak için elinden gelen her şeyi yapacağını belirterek sürdürüyor ve "Mısır daha parlak bir geleceği hak ediyor. Gelin bu büyük ve bizim için çok kıymetli ulusun parlak bir geleceğe sahip olması için birlikte çalışalım" sözleriyle noktalıyor.
'Bu zalim ve yasadışı hükümeti reddediyorum'
Mısır'daki gelişmelerle ilgili bir başka yazı ise 2011 Nobel Barış Ödülü sahibi Yemenli Tevekkül Karman'ın imzasıyla Guardian gazetesinde yayınlanıyor. Karman yazısında "Mursi'ye muhalif gruplara destek vermekle birlikte, şu anda iktidarda olan zalim ve yasadışı hükümeti reddediyorum" diyor.
Karman yazısını "Mursi'yi devirmenin altında yatan başlıca nede ülkedeki kutuplaşmaydı. Ama Mısır şimdi bölünme daha derin kutuplaşma daha geniş. Muhalefetteki 30 Haziran hareketine verdiğim destek askerî darbeden sonra değişti. Mısır'daki askerî darbenin liderlerinin gizlemek istedikleri bir şey var. Bu, benim Mısır'a girmemi engellemelerini de açıklıyor. Bu despot rejimin, temellerini güçlendirmeye çalıştığını tüm dünyaya açıklamanın benim için bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum" sözleriyle sürdürüyor.
25 Ocak devriminin ülkede ifade özgürlüğünü, toplantı ve örgütlenme hakkını garanti altına aldığını belirten yazar, ordunun müdahalesinin tüm bu değişiklikleri yerle bir ettiğini belirtiyor.
'Muhalifleri yandaşlarından daha özgürdü'
Mursi'den bir yılda ekonomiyi düzeltmesini beklemenin, özellikle de tüm devlet kurumları kendisine köstek olurken, anlamsız olduğunu belirten Karman, "Ülke liderlerinin başarısı, ekonomik ilerlemeden çok sivil ve siyasî haklara gösterdikleri saygıyla ölçülür. Mursi bu sınavı başarıyla geçti. Hatta muhalifleri, kendi yandaşlarından daha fazla özgürlüklere sahipti" değerlendirmesini yapıyor.
Tevekkül Karman, "Askerî darbenin belki de tek olumlu yönü, devlet kurumlarının Müslüman Kardeşler tarafından ele geçirildiği iddialarını çürütmüş olması. Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve Dışişleri Bakanı darbeyi destekleyenler arasında. Bu kişiler Mursi tarafından atandı ama hem Cumhurbaşkanına, hem partisine hem de yandaşlarına karşıydılar" saptamasında bulunuyor. Arap dünyasının yeni demokrasilerinde bu darbenin yıkıcı etkisi olacağını savunan Karman, yazısını, "İnsanlar demokratik sürece olan inançlarını yitirebilirler. Bu da aşırı uçlardaki grupların canlanmasına neden olur. Darbe sadece radikallerin elini güçlendirip barışçı değişim sürecine darbe vurur" ifadeleriyle noktalıyor.
Almanya BasınıMısır'daki gelişmeler, ABD-Rusya ilişkileri ve ABD gizli servisi Ulusal Güvenlik Kurumu’nun (NSA) dinleme skandalı Alman basınında öne çıkan yorum konuları.
Münchner Merkur gazetesinin, ABD'nin Arap ülkelerindeki diplomatik temsilciliklerini bir süreliğine kapatmasından yola çıkarak 'radikal İslamcılık' ve Arap Baharı konularını yorumluyor:
“Şayet silahlı radikal İslamcılığın dünya genelinde yeniden etkisi artarsa, bunun bir nedeni de büyük umutlar bağlanan Arap Baharı’nın her tür umudu boşa çıkarmasının yarattığı hayal kırıklığı olacak. Sadece Libya’da değil, Mısır, Tunus gibi cesur protestocuların özgürlüklerini kazanmak için ağır bir bedel ödediği ülkelerde, bu özgürlükler yine kaybedilme tehlikesi ile karşı karşıya. ABD’nin Mısır ordusu ile Müslüman Kardeşler arasındaki arabuluculuk faaliyetlerinin başarısızlığa uğramış olması, felaketin habercisi olarak görülebilir. Zira Mısır’da yaşananlar, halkın daha muhafazakâr kesimlerinin gözünde ‘demokrasinin ancak bir İslamcı iktidarda olmadığı zaman geçerli olduğu’ gibi olumsuz bir tezi destekleyebilir.”
Frankfurter Rundschau gazetesi yorum sütunlarından Snowden krizi nedeniyle gerilen ABD-Rusya ilişkilerini ele alıyor:
“ABD Başkanı Barack Obama’nın, Rus mevkidaşı Vladimir Putin ile eylül başında G20 zirvesi öncesi yapılması planlanan ikili görüşmeyi iptal etmesine rağmen, iki ülkenin dışişleri ve savunma bakanlarının bugün Washington’da birçok önemli konu hakkında görüşmek için bir araya gelmesi bekleniyor. Buradan da anlaşılacağı üzere, Obama’nın Putin’i diplomatik açıdan cezalandırması, iki ülke arasında uzun süredir gerilen ve hâlihazırda samimi olduğu söylenemeyecek Washington-Moskova ilişkilerini, iş bağlamında pek de kötü etkilemedi. Her iki ülkenin liderlerinin tutumları soğuk savaş dönemini anımsatıyor ama aslında onunla bir ilgisi yok. Zira her iki taraf da birçok konuda farklı pozisyonları savunmasına rağmen aslında birbirlerine ciddi oranda bağımlı olduğunu da biliyor. Bununla birlikte iki tarafın da yapıcı ve özgüvenli şekilde hareket etmesini diliyoruz.”
Geçiyoruz Almanya'ya... ABD gizli servisi Ulusal Güvenlik Kurumu’nun (NSA) Almanya’da her ay 500 milyon verilik iletişim trafiğini takip ettiği iddiaları, Almanya’daki seçim kampanyasının en büyük malzemesi olmaya şimdiden aday. Sosyal Demokrat Parti, Alman Dış İstihbarat Servisi’nin ABD’li mevkidaşlarının bu verilere erişimine izin verdiği gerekçesi ile haftalardır Merkel ve hükümetine yüklenirken, işler şu günlerde tersine döndü. Şimdi Hrıstiyan Demokrat Birlik Partisi, iki istihbarat servisi arasındaki sıkı işbirliğinin temellerinin Sosyal Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu dönemde atıldığını öne sürüyor. Eleştirilerin odağında, Schröder hükümeti döneminde devlet müsteşarı ve gizli servisten sorumlu hükümet üyesi olarak görev yapmış olan SPD’li politikacı Frank- Walter Steinmeier bulunuyor. Süddeutsche Zeitung, konuyu yorum sütunlarında şöyle değerlendiriyor:
"Eğer Snowden’ın sızdırdığı belgelerdeki 500 milyon verinin, Federal Dış İstihbarat Teşkilatı’nın (BND) kayıtları ile aynı olduğu ortaya çıkarsa o zaman, temel suçlamalar geçerliliğini yitirir. Ve tüm Sosyal Demokrat Parti (SPD) yönetimi, en hafif deyişle aptalca bir duruma düşer. İşte böyle bir durumda Sosyal Demokratlar, büyük bir skandal umudu ile her türlü dikkat ve düşünce bir yana bırakılırsa, işlerin sarpa sarabileceğini anlayabilirler. SPD’nin ne kadar çaresiz bir biçimde seçim kampanyasında puan toplayacağı bir malzeme arayışında olduğunu anlaşılabilir bir durum. Ama 11 Eylül 2001 tarihinden sonra Alman ve ABD’li istihbarat birimlerinin işbirliğinin artırılmasını sağlayan SPD gibi köklü bir siyasi partinin, o dönemki rolünü dikkate almamasını anlamak mümkün değil."
Kölner Stadt-Anzeiger’in aynı konuya ilişkin yorumunda ise çok daha farklı bir değerlendirme dikkat çekiyor:
"SPD Federal Meclis Grup Başkanı Frank-Walter Steinmeier’e yöneltilen suçlamaların tüm ikiyüzlülüğü meydana çıkıyor. Zira Alman Dış İstihbarat Teşkilatı (BND) ve ABD Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) arasındaki veri değişimi, Batılı güvenlik birimlerinin sıkı işbirliği yapması isteğine uygundur. Ve bu isteği bugüne kadar iktidara gelen her federal hükümet de paylaşmıştır. İşte o nedenle, bu işbirliğinin Ulusal Güvenlik Kurumu’nun Alman vatandaşlarını dinlediği iddiaları ile hiçbir ilgisi yoktur. O nedenle ABD kurumları ile imzalanan söz konusu işbirliği anlaşmasının Steinmeier döneminde mi yoksa Helmut Kohl, Willy Brandt ya da Konrad Adenauer döneminde mi imzalandığının, hâlihazırdaki dinleme skandalı bağlamında hiçbir önemi yoktur.”
Fransa BasınıFransa'dan Liberation gazetesi Batılı ülkeleri alarma geçiren terör saldırısı istihbaratı ile ilgili olarak şu yorumu yapıyor:
“Batılı ülkelerin ve ABD'nin, Yemen başta olmak üzere Ortadoğu'da sayısız elçiliğini geçici olarak kapatmasına neden olan terör uyarılarını ciddiye almak gerek. Ancak aynı zamanda bu uyarıların kime yaradığı sorusunu sormak da mümkün. Acaba Amerikalılar Edward Snowden'in casusluk suçlamaları sonrasında gizli dinleme sistemlerini haklı çıkarmak mı niyetinde? Kesin olan şu ki terör tehditleri, ABD'nin Yemen'de insansız hava araçlarıyla yaptığı ve gittikçe şiddetlenen saldırılarıyla aynı zamana denk geliyor. İnsansız hava araçları tıpkı yargısız infazlar gibi herhangi bir uyarıda bulunmaksızın öldürüyor. Başkan Barack Obama'nın terörle mücadele stratejisi bir noktada başarılı: İnsansız hava araçlarıyla yapılan saldırılar sayesinde Guantanamo üssündekilerin sayısı artmamış oluyor.”
Hollanda BasınıHollanda'dan de Telegraaf gazetesi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Obama arasında planlanan buluşmanın iptali üzerine şu yorumu yapıyor:
“İki büyük güç arasında artan anlaşmazlık bir dizi konuda kendini gösteriyor: Suriye, İran, insan hakları, Rusya'da eşcinsel çiftlere evlat edinme yasağı ve Edward Snowden skandalı… Tüm bunlara bakıldığında ilişkiler yeni bir dip noktaya doğru gerilemiş gibi görünüyor. 50 milyar dolarla tüm zamanların en pahalı kış oyunları sayılan Soçi Olimpiyatları'nın açılış seremonisine altı ay kala Kremlin içeride heyecanlı olmaktan çok öfkeli. Putin'in 15 yıllık egemenliğinin tepe noktasını oluşturmak için hazırlanan, son derece pahalı oyunların bir boykotla lekelenmesi halinde bunun değişip değişmeyeceği merak konusu.”
Macaristan BasınıMacar gazetesi Magyar Nemzet Edward Snowden konusundaki yorumunda ABD ile Rusya'nın birbirine muhtaç olduğunu vurguluyor:
“Barack Obama zekice hareket etmek zorunda. Sessiz kalarak , 30 yaşında bir informatikçinin, hele hele Moskova'dan, kendisine saygısızlık etmesine izin verdiği görüntüsü yaratamaz. Başkanın ama aynı zamanda bir tarihi misyon kaygısı var ve arkasında bir miras bırakmayı önemsiyor. Bu nedenle tüm çelişki ve anlaşmazlıklara karşın Rusya ile ilişkileri Snowden olayı nedeniyle kurban edemeyeceğini ve iki ülkenin birbirine muhtaç olduğunu biliyor.”
(bbc türkçe/dw türkçe)
YORUM YAZIN