Header Ads

DSİP-TGB

-GÜN ZİLELİ -

DSİP, dün Taksim’de yapmayı tasarladığı “Gezi bizim, darbe sizin, Ergenekon’u dağıtıyoruz” çağrı başlıklı gösterisini iptal etmiş. Açıkladığı gerekçede “provokasyon ihtimalinden” söz edilmiş ama bu pek inandırıcı değil. Bana kalırsa esas sebep, yaptıkları imza sahtekârlığının ortaya çıkıp rezil olmaları. İlk çağrı metninin altında BDP’nin ve Yeşiller ve Sosyalist Gelecek Partisi’nin (YSGP) imzası vardı. Sonradan bu iki parti böyle bir çağrıya imza atmadıklarını açıkladılar. Demek DSİP artık böyle şeylere de tevessül etmektedir. Neden?

Bir parti ya da grup veya kişi bütün siyasal geleceğini bir siyasete yatırdığı zaman, bu siyasetin zaferi için yapmayacağı çılgınlık yoktur. DSİP bütün siyasal geleceğini AKP’nin ülkeyi “derin devletten kurtarması” misyonu üzerine kurmuştur. Bu bakımdan Ergenekon davası DSİP için hayat memat meselesidir.

Eğer “Ergenekon örgütü”nün gerçekliği konusunda inandırıcı olunabilir ve bu inandırıcılık temelinde Ergenekon sanıklarına ağır cezalar verilirse, DSİP adlı partinin anayasa oylaması sırasında ortaya attığı “yetmez ama evet” siyasetinin doğruluğu kanıtlanmış olacak ve böylece bu parti tarih karşısında büyük bir haklılık kazanacak, en azından anayasa oylamasından bu yana maruz kaldığı “AKP yandaşlığı” töhmetinden kurtulmuş olacaktır.

Twitterde tartıştığım bu partinin taraftarlarının acımasızlıkları, körcesine katılıkları ve telaşları, bana siyasal hırsın ne kadar kötü bir şey olduğunu bir kere daha gösterdi.

Adeta gözlerini kan bürümüştü ve korkunç bir toptancılık içindeydiler.

Adaletin, kasap satırlarıyla asla sağlanamayacağını bilecek bir ferasetten bile yoksunlardı. Örneğin “asit kuyularından”, “cinayetlerden” vb. söz ediyorlardı. Ama kendilerine “Mustafa Balbay hangi cinayeti işlemiş ya da kimi asit kuyusuna atmış” diye sorduğunuzda bunu ya duymazlığa geliyor ya da “cinayetleri teşvik edenler” diye muğlak bir cevapla geçiştiriyorlardı.

“Peki diyelim ki cinayeti teşvik etmiş olsun, cinayetin kendisiyle eşdeğer midir bu” diye sorduğunuzda genel bir toptancılıkla “katiller, caniler, darbeciler” retoriğine geri dönüyorlardı.

Zaten ben ideolojik tartışmalarda da, siyasi tutumlarda da adalet diye bir şeye rastlamadım bugüne kadar.

Siyaset ve ideoloji kestirmecidir. Basit sloganlara ve ezberlere dayanır. “Yahu bir dakika, kurunun yanında yaş da yanıyor olmasın” diye bir durup düşünmeye izin vermez. Genel formüllerle, toptancı yargılarla bir buldozer gibi ilerlemek işine gelir.

Muhatabını duygusal bir yerden yakalayıp o noktayı ısrarla kafaya mıhlar ki, insanlar olayın üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmasın sapla samanı, haklıyla haksızı ayırt etmeye kalkışmasın.

Örneğin, muhtemelen “Ergenekon örgütü” fikrine kendilerini bile fazla inandıramadıklarından, tartıştığım DSİP’lilerin, tartışmayı böyle bir örgüt var mı yok mu noktasından daha duygusal bir noktaya çekmeye çalıştıklarını fark ettim. “Asit kuyuları” diyorlardı da başka bir şey demiyorlardı.

Onlara şunu sordum: “Asit kuyularına insanları atanlar kimlerdir? Bütün Ergenekon sanıkları mıdır?”

Bunu sormak zorunda kaldım, çünkü bu arkadaşlar korkunç bir toptancılık içindeydiler ve hiçbir dikkat göstermeden, hiçbir ayrım yapmadan en korkunç suçlamaları sanıkların bütünü için ileri sürmekte bir an bile tereddüt etmiyorlardı. Sonunda asit kuyularıyla ilgili birkaç isim verdiler.

O zaman onlara suçun şahsiliği ilkesini hatırlatmak zorunda kaldım. İçlerinden birkaçı bu suçu işledi diye bütün sanıklar aynı suçtan töhmet altında tutulabilir mi diye sordum ya da sormaya çalıştım (twitterdeki 140 harf kuralını biliyorsunuzdur). Ama içlerinde birkaçı hariç, onların böyle bir adalet duygusuna ve vicdani titizliğe sahip olmadıklarını gördüm.

Ve o zaman siyasi kestirmeciliğin ve toptancılığın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu, insana siyasi cinayetler bile işletebileceğini bir kere daha idrak ettim.

Aynı, insanları en duygusal yönlerinden yakalama ve kestirmeden slogancı sonuçlarla siyasi rant elde etme tutumunu TGB’lilerde de gördüm. DSİP ile TGB birbirlerine ne kadar zıt olduklarını iddia ederlerse etsinler aslında bu konularda yöntem ve anlayış olarak birbirlerine Siyam ikizleri kadar benzemektedirler. Örneğin TGB dün şöyle bir twit atmış: “Akademisyen: TERÖRİST; Cerrah Prof Dr: TERÖRİST, Gazeteci: TERÖRİST, Yazar: TERÖRİST, Genel Kurmay Başkanı: Terörist, Apo: Barış elçisi.”

İnsanları en kolay yerden yakalamaya çalışan Sözcü gazetesinin sorumsuz demagogluğu TGB’nin bu sloganında bir kere daha kendini ifade edivermiş. Neden bu “yüksek” meslekleri sayıyorsun? Yani bu meslek mensupları öyle kaka şeyler yapmaz mı demek istiyorsun? Sanıklar işçi, köylü, esnaf vb. olsa durum farklı mı olacaktır? Onlara “teröristlik” yakışır gibi gizli bir algı mı söz konusu burada?

İkincisi, “terörist” ne? Demek ki sen de fırsatını bulsan bu yaftayı başkalarının kafasına geçirmeye hazırsın, hatta mağdur bir konumda olduğun şu anda bile bunu yapmaktan vazgeçmiyorsun.

Üçüncüsü, hele tam da şu sırada Abdullah Öcalan’la ya da Kürtlerle derdin ne? Seni Kürtler mi mahkûm ettirdi. Abdullah Öcalan da bugün ağırlaştırılmış müebbete hüküm giymiş, yıllardır içerde yatan bir mahkûm. En azından bu devlet, seni içeri attığı gibi onu da içeri atmış durumda.

Hadi mahkûm dayanışmasından vazgeçtim, en azından böyle bir günde, bu tür laflarla Kürtleri zorla AKP’nin saflarına iteklemeseniz olmuyor mu? Hayır olmuyor, çünkü siyaset bunların da gözünü kör etmiş ve mantıktan yoksun kılmıştır. İçlerinde mantığını ve izanını koruyabilen birkaç kişi varsa onlar da seslerini çıkartamaz, çıkartsalar bile anında tecrit edilirler.

Benim lafım, elbette siyasi hırslarla gözü kararmamış, toptancı sloganlarla kasap bıçağını sağa sola sallamaya hiç de teşne olmayan akıllı ve vicdanlı çoğunluğa.

Hepimiz şunu görüyoruz: AKP diktatörlüğü, iktidarın tunç kanunu gereği, kendi kendine bile söz geçiremez bir biçimde, sertleşerek kendi sonuna doğru ilerlemektedir. Yumuşayamaz, yumuşadığı an, sırtına aldığı siyasi yükler ve ağırlaştırılmış müebbetler, baskılar, biber gazları, tomalar ve cinayetler altında ezilir kalır.

Bu yüzden gittikçe ve gittikçe sertleşmek zorundadır. Sertleştikçe de daha fazla siyasi yük alacaktır omuzlarına ve düşmanlarının sayısını arttırdıkça arttıracaktır.

O kadar ki, bir an gelecek, tüm toplum denizinin onu çember altına aldığını görecek ve işte o zaman tam bir umutsuzlukla saldıracak. Muhtemelen bu diktatörlüğün de sonu diğer diktatörlükler gibi bu şekilde olacak.

Elbette o sona kadar çok canların yanacağını tahmin etmek de zor değildir.

Toplumlar özgürlük için elbette bedel öderler. Ama umalım ki, ödenen bedel adalet ve vicdan duygusunun sona ermesi olmasın. Geçmişte çok örneği görülmüştür. Mazlumların çektiği acı bizatihi o mazlumlar içindeki adalet duygusunu bile yok edebilir. İşte o zaman linç olayı başlar. Ve bir de bakarsınız daha önce o diktatörlüğün önünde diz çökenler lincin başını çekiyor.

Solcularımızın çoğuna “idealist” görünecek şu söylediğim ama yine de söyleyeceğim: Adalet duygusunu ve vicdanını kaybetmiş bir ezilen, kendisini ezenlerden bile daha tehlikelidir.

Gün Zileli
6 Ağustos 2013
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.