'Spotlight' ekibinden Rezendes: Kurbanların konuşması çok önemli. Savcıdaki kanıtların peşine düşün
Cansu Çamlıbel/Hürriyet
*http://www.hurriyet.com.tr/savcidaki-kanitlarin-pesine-dusun-40076589
Bu yıl En İyi Film dalında Oscar alan Spotlight, Amerikan gazetesi The Boston Globe’daki ufak araştırmacı gazetecilik birimi Spotlight’ın hikâyesi. Daha doğrusu Spotlight’ın ortaya çıkardığı Boston Başpiskoposluğu’ndaki rahiplerin çocukları sistematik tacizinin hikâyesi.
Film aslında son dönemde can çekişen eski usul araştırmacı gazeteciliğe övgü. Dört kişilik Spotlight ekibinin kilit karakteri ise kuşkusuz Mark Ruffalo’nun canlandırdığı gazeteci Michael Rezendes. Kendisi için, Katolik Kilisesi’nin gizlilik kararı aldırtıp saklamaya çalıştığı belgeleri kamuoyuna açık hale getiren sürecin mimarı da denebilir. Pulitzer ödüllü Rezendes ile halen yazmayı sürdürdüğü The Boston Globe’da buluştuk. Türkiye’deki son taciz skandalını sosyal medya aracılığıyla takip eden Rezendes’le basının bu olayların aydınlatılmasındaki rolünü konuş
Kurbanları ve aileleri konuşturmak hayati
Karaman’daki Ensar Vakfı’na bağlı bir öğrenci evinde yaşanan taciz vakaları konusunda Türk meslektaşlarınıza nasıl bir yol önerirdiniz?
Katolik rahiplerin taciz vakalarını araştırmaya başladığımızda iki ayaklı bir süreç takip ettik. İlk etapta taciz eden kaç rahip olduğunu bulmaya odaklandık. Kurbanların konuşması çok önemliydi, dolayısıyla onlarla çok vakit geçirdik. Filmi izlediyseniz hatırlarsınız, Saviano diye bir karakter var. Spotlight’a ilk gelen odur. Kocaman bir kutu getirir içi delil dolu. Tacize uğrayan çocukların ve taciz eden 12 kadar rahibin isimleri vardır. O ana kadar bu isimlerin hiçbirinden haberimiz yoktu. Tacizden bir şekilde kurtulan kurbanların anlattıkları hayatidir. Türkiye’de de gazeteciler olabildiğince kurbanları ve ailelerini konuşturmaya çalışmalı. Sadece tek bir öğretmen mi olduğu, başka öğretmenlerin de işin içinde olup olmadığı ancak böyle ortaya çıkabilir.
Sizin yaptığınız gazeteciliğin en kritik noktası neydi?
Attığımız en kritik adım, kilisenin gizlilik kararı aldırdığı belgelerin kamuoyuna açıklanması için dava açmaktı. Amerika’daki hukuk sisteminde adaletin garantisi açık ve şeffaf olmaktır. Hukuki süreçler şeffaf olarak yürütülür. Dolayısıyla da normalde bir dava görülürken mahkemenin önündeki bütün belgeler kamu malıdır. Bazı hallerde hâkim belgelerin sır kalması için gizlilik kararı aldırır. Katolik kilisesiyle ilgili davalarda da bunu yaptılar. Rahip John Geoghan ve Boston Başpiskoposluğu aleyhine kurbanların açtığı davalarda bütün dosyalar mühürlü tutuluyordu.
ORTAYA ÇIKANLARDAN ÇOK DAHA FAZLA BİLGİ SAKLIDIR
Ama filmde izlediğim kadarıyla bu hukuki engeli kaldırmak hiç de kolay olmamış, uzun bir çalışma.
Suçlamalarla karşı karşıya kaldıklarında Başpiskoposluğun ilk yaptığı şey mahkemeye hiçbir belge vermek zorunda olmadıklarını söylemek oldu. Bunu da Amerikan Anayasası’na dayanarak yaptılar. Zira burada Anayasa’nın 1. maddesi hem ifade özgürlüğünü hem de dini özgürlükleri korur. Kilise 1. maddeyi gerekçe göstererek ‘Hiçbir belge sunmak zorunda değiliz’ dedi. Hâkim de uzlaşmaya giderek şöyle bir formül buldu; belgeleri teslim etmek zorundasınız ki kurbanların avukatları görebilsin ve davaya hazırlansın. Ancak bu belgeler kamuya açık olmayacak. Kamuoyu belgelerin açıklanmasını talep edemeyecek. Yani belgeler oradaydı. Ama dava sonuçlanmadan önce ben zaten patlayınca en çok ses getirecek olan belgeleri elde etmeyi başarmıştım. Sonuçta davayı kazanmamız hem bir içtihat oluşturdu hem de kilisenin kendisine ait bütün belgelere yasal olarak ulaşmış olduk.
Türkiye’deki durumun çok benzer olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa kurbanlarda ortaya çıkandan çok daha fazla bilgi saklı. Gazeteciler hem onları konuşturmaya hem de vakfa ait belgelere ulaşmaya çalışmalı. Ben olsam ilk olarak şu soruyu sorardım; ‘Vakıf yöneticilerine taciz konusunda şikâyette bulunan kimse olmuş mu?’ Bu kayıtlara ulaşmak çok nemli.
Vakfın başkanı kurbanların ailelerinden hiçbir şikâyet almadıklarını, meseleyi ancak mahkemeye taşındığında öğrendiklerini savunuyor. Kurbanları ve aileleri konuşturmanın kilit önemde olduğunu söylediniz. Türkiye bu konuları yüksek sesle konuşma noktasında ABD’den daha farklı bir kültüre sahip. Basına konuşmak bir yana, çok sayıda ailenin şikâyetçi olmaktan vazgeçtiği ileri sürüldü.
Madem aileler konuşmuyor, o halde savcının elindeki belge ve kanıtlar çok önemli. Türk gazeteciler mutlaka savcıyı kendilerine elindeki tüm kanıtları göstermeye ikna etmeli. Elbette savcı devam eden bir davada kayıtları basınla paylaşamayacağını söyleyebilir.
‘Devam eden dava süreci’ söylemi...
Burada da söylerler bunu. Ama bir noktada savcı mahkemeye delil sunmak zorunda kalacak. İşte hikâye de zaten orada. Peşinde olduğumuz çocukların tacize uğradığını gösteren belgeler.
Türkiye’de Aile Bakanı ‘Bir kere olması karalamak için gerekçe olmaz’ şeklinde bir beyanat verebildi. İktidar partisi Meclis’te konuyla ilgili bir araştırma önergesi verilmesine başta direndi, sonra kabul etmek zorunda kaldı. Siz siyasi iklimin bu tür vakalarda etkili olduğu tezine katılıyor musunuz?
En azından ABD için yanıtımın ‘Evet’ olduğunu söyleyebilirim. Biz konuya el attığımızda Katolik Kilisesi hem Boston’da hem de Massachusetts eyaletinde en güçlü kurumdu. Dolayısıyla da siyasi kadrolar ve seçilmişler Katolik Kilisesi ile ittifak içinde olmayı tercih ediyordu. Bu durum hâkimler, savcılar ve polis için de geçerliydi. Herkes ve bütün kurumlar bu meselenin gizlilik içinde üstünün kapatılması için adeta işbirliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; siyasi iklim önemlidir.
Türkiye’deki vakfın hem okulların hem de evlerin yönetiminde hükümet desteğini arkasına almış olması bana İrlanda örneğini hatırlatıyor. İrlanda biliyorsunuz Avrupa’nın en koyu Katolik ülkesidir, hatta belki dünyanın en koyu Katolik ülkesidir. Orada kamu kurumlarının çoğu kilise ve hükümet tarafından ortak olarak yönetiliyordu. Dolayısıyla da rahiplerin karıştığı cinsel taciz skandalının boyutu çok büyüktü. Yaşananların sorumluluğu da hem kilisenin hem de hükümetin üzerindeydi. Türkiye’de aynı şeyin geçerli olduğunu düşünüyorum.
Haber yazarken internetin fişini çekerim
Sosyal medya müthiş. Normalde dikkatime gelmeyecek pek çok şeyi sosyal medya hesaplarım sayesinde fark ediyorum. Ancak her şeyi takip etmek de zor, giderek de zorlaşıyor. Bir haber üzerine konsantre olduğumda ya da haberi toparlayıp yazmam gerektiğinde internetin bağlı olduğu bütün cihazları kapatıyorum. Ya gazetedeki kütüphaneye ya da evime gidip kapanıyorum. Yazı tamamlanana kadar da internete bağlanmıyorum. Çünkü haberi yazarken zorlanıyorsam mutlaka içimden bir ses devamlı ‘Mola ver ve sosyal medyaya bak’ diyor. Yani bir nevi kaçış. İşte o kaçışı engellemek için interneti kapatıyorum, telefonumu da.
Aktörlük olmazsa gazetede işin hazır
Filmde beni canlandıran Mark Ruffalo filmin hazırlıkları sırasında beni ziyarete geldi. Kocaman bir defteri ve kayıt cihazı vardı. Evime gelir gelmez kayıt düğmesine basarak bana çok şahsi sorular sormaya başladı. ‘Bundan hiç hoşlanmayacağım sanırım’ diye düşündüm. Ancak işin gerçeği ben devamlı aynısını başkalarına yapıyorum. Kısa zamanda frekanslarımız tuttu, pek çok ortak noktamız olduğunu keşfettik. Günlerce beraber takıldık. Buraya gelip ben insanlarla telefonda röportaj yaparken dikkatle beni izledi. Sonra bir gün hapishanede gerçekleşen bir ölümü haberleştiriyordum. Ölüm anının görüntülerini ele geçirmiştim. Görüntüleri tekrar tekrar izleyip kurtarma girişimi sırasında neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir anda Mark bilgisayarın mouse’unu kaptı, sonra dakikalarca görüntülerin üzerinden geçti. Günün sonunda kendisine şöyle takıldım; aktörlükte şansın yaver gitmezse gazetede Spotlight ekibinde sana bir iş ayarlayabiliriz.
Umudum Spotlight filmi yeni bir nesli eski usul gazetecilik için heveslendirir ve bayrağı bizden devralırlar. Bu arada filmin, editörleri araştırmacı gazetecilik yapan personeli işten çıkarmaya yönelik kararlarını gözden geçirmeye itmesini de umuyorum.
Daima otoriteyi sorgula
Farklı bir dine mensup din adamlarının karıştığı cinsel taciz üzerine çalıştınız ama sonuçta Amerika’dakiler de Türkiye’dekiler de ya din adamı ya da dini duyguları kuvvetli kişiler...
Bence bu bağlantıyı yaratan 3 unsur var; sorgulanmayan bir hürmet, otoriteye itaat ve gizlilik. Ana karakteri bu unsurdan oluşan bir ilişki tacize elverişli bir ortam yaratıyor. İslamiyeti değil ama tacizin yaşandığı diğer bazı dinleri inceleme fırsatım oldu. Mesela Ortodoks Yahudilerde de çocuk cinsel tacizi yaygın ve önemli bir sorundur. Buralardaki dinamik tamamen itaat eden ve otoriteyi hiç sorgulamayan kişiler üzerine kurulu. Dolayısıyla da bu kişiler meselenin örtbas edilmesine çok uygun bir ortam yaratmış oluyor. Herkes ağız birliği etmişçesine o ilişkideki otoriteyi sorgulamaktan kaçınırsa biz de hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız. Bizim Spotlight ekibi olarak çıkardığımız en büyük ders şu; otoriteyi daima sorgula! Bizim gazeteciler olarak işimiz bu; otoriteyi sorgulamak. Otoriteyi sorgulamanın nasıl bir şey olduğu din adamlarının cinsel tacizleri üzerine bir araştırmadan daha güçlü bir şekilde de anlatılamazdı sanırım.
Taciz olaylarının, Katolik inancında din adamlarına cinsel ilişkinin yasak olmasıyla nasıl bir ilişkisi var?
Katolik inancında rahiplerin evlenmeme zorunluluğunun sorunla elbette bir ilişkisi var. Cinsel taciz olayı belki bütün dinlerde var çünkü genelde bir tarafın mutlak otoriteye sahip olduğu ilişki şekillerinde cinsel taciz tehlikesi hep vardır. Ama Katolik Kilisesi’nde bu oranın en yüksek olmasının nedeni bence cinselliğin yasaklanması nedeniyle oluşan sır ve gizlilik dolu ortam. Sonuçta kitaba göre hiçbir rahibin hiçbir şekilde seks yapmaması gerekiyor. Ancak gerçekte pek çok rahip kadınlarla, pek çok rahip erkeklerle, küçük bir kesim ise çocuklarla seks yapıyor. Ve aslında her türlü seks yasak olduğu için de hepsi birbirini kolluyor. Burada ciddi bir ikiyüzlülük var. Hepsinin çıkarı her şeyin gizli kalmasında. Bu durumda da eğer bir rahip kendisi kadınlarla ya da erkeklerle seks yapıyorsa çocukları taciz eden diğer bir rahibi biliyorsa da rapor etmiyor. Bütün bu halka bir gizlilik kültürü oluşturmuş. Başta dediğim gibi tacizin sürebilmesi için otoriteye teslim olmak ve gizlilik iki temel kriter.
Sizin patlattığınız haberlerin Katolik Kilisesi’ni bu konularda kendi kendisini sorgulamaya ittiğini düşünüyor musunuz? Yoksa aslında o gizlilik kültürü klanı içinde gerçek bir değişim imkânsız mı?
Elbette ki Boston Başpsikoposluğu tüm Katolik Kilisesi içinde küçük bir birim. Ama bizim haberlerimizin buradaki kilisenin etki alanını ve gücünü ciddi anlamda zayıflattığını düşünüyorum. Daha az insan kiliseye gidiyor, daha az insan bağış yapıyor artık. Eskiden burada Katolik Kilisesi’ne karşı çok büyük saygı vardı, hatta biraz da çekinilirdi. Bu durum epey değişti.
‘Kilise hakkında konuşulmaz’ı yıktık
Bu tür vakalarda çocukları ya da ailelerini konuşturabilmenin sırrı nedir?
İnsanları samimiyetle konuşturabilmek zaten zor zanaattır. Katolik Kilisesi hakkındaki vakalarda ise artık o kadar zor değil. Bunu biz değiştirdik. Artık insanlar konuşmak istiyor. Eskiden buradaki kurbanlar da gizli kalması koşuluyla konuşurlardı ya da hiç konuşmazlardı. Bunun en büyük sebebi de kurbanların tacizin sadece kendi başlarına geldiğini düşünmeleriydi. Yaşanan olayda kendi sorumluluklarının olabileceği yanılsamasıydı. Ancak ne zaman tek kurbanın kendileri olmadığını anladılar, işte o zaman ortaya çıkıp konuşma cesareti buldular. Şimdi herkes konuşup anlatmak istiyor.
Ama inanın 2001 yılında ABD’de de insanlar bu tür bir konuda konuşmaya alışık değildi. Burada avukatlar ve gazeteciler insanları her şeyi açıkça anlatmanın hem kendileri hem de kamu yararı için en doğrusu olduğuna ikna etmesi gerekiyor.
YORUM YAZIN