Header Ads

Sahte Eşitlik, Gerçek Talep

- SÜLEYMAN ARIOĞLU -
Nazi rejiminin sürgünlerinden, filozof Theodor W. Adorno, modern yaşamın yabancılaşma düzeyinin yarattığı sakatlanmışlığı anlattığı yapıtı Minima Moralia’da, “Sahtelik içinde doğru yaşam olamaz” der. Çünkü modern toplum gerçekten de bir sahtelikler yığınıdır. Homo Sapiens’ten bu yana geçen 50 bin yıl içinde insanoğlu, modern dönemde olduğu kadar, hiçbir zaman hurafelerle yaşamamıştır her halde. Hurafeler sınıflı toplumda egemenlerin, sömürü ilişkilerini gizlemek için ürettiği, yaşamın gerçekleri üzerinde bir sahtelik örtüsüdür. Türkiye’de geçtiğimiz hafta hararetle tartışılan “demokratik özerklik” tartışması bu sahteliklerin bir kısmının, bizim toplumumuzda sürdürülemez bir hal aldığını gösterdi. Bu, inkâr edilen bir halkın desteği hak eden ancak yeni sahtelikler üretmemesi için de en başta o halkın kendisinin, her an kontrolünü gerektiren, adıyla müsemma bir girişim.

Türkiye’nin dağlarında 30 yıldır süren bir savaş var. Türkiye halkı, bugüne kadar bu savaşla gerçek bir yüzleşme yaşayamadı. Çünkü egemenler, bütün iktidar aygıtlarıyla sahtelikler yaratarak, bu savaştan beslendi. İktidarını buna yasladı, yönetme ayrıcalığı ve keyfiyetini bu savaşı her daim canlı tutarak sürdürmeye çalıştı.

Kürtler, bu coğrafyanın, Mezopotamya’nın en eski halklarından birisi. Benliklerini oluşturan öğelerin tümünü ifade etmeleri yasaklandı, baskı uygulandı ve bunların yetmediği yerde imhaya kalkışıldı. Bugün süre giden savaşın nedeni budur.

Egemenler, bu savaş dolayımıyla iktidarını daim kılmak için sahte kavramlar üretti, jargon oluşturdu ve bunu dayattı. Tekçi bir var olma biçimini dayattığı bu halkın direncini, öz savunmasını da onların karşısına yine halk çocuklarını dikerek yürüttü. Jean Paul Sartre’nin dediği gibi “Savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür”.

Bu haramzade sofrasını donatmak için üretilmiş sahtelikleri incelemeden önce egemenin adının devlet olduğunu belirteyim. Devlet sınıfsal bir tahakküm aracıdır. Ancak bu, devletin her zaman sermayenin doğrudan kontrolünde bir aygıt olduğu anlamına gelmez. Osmanlı toplum formasyonunda serpilen sınıflar toprak sahipleri ile ticaret burjuvazisiydi. Osmanlı toplumunda yüksek bürokrasi ve ulema da sınıf özelliği taşımaktaydı. İmparatorluğun gerileme döneminde sultan karşısında imtiyaz sağlamak ve bunu güvenceye almak için mücadele eden bu sınıfların giriştikleri ittifak, cumhuriyeti kuran egemen sınıf bloğunun ta kendisidir. Tek başlarına politik düzeni değiştirip, yenisini kurma gücünden yoksun bu sınıfların çıkarları adına, onların da üzerinde denetimi sivil asker bürokrasi üstlendi. Fikret Başkaya, ufuk açıcı kitabı Paradigmanın İflası’nda Türkiye egemen sınıflarını ve devletin niteliğini çok güzel anlatır. İşte devlet, toprak ağası ve ticaret burjuvazisinden oluşan Türkiye egemen sınıflarının çıkarlarını, bu sınıfların da üzerinde konumlanıp, onları da yönlendirerek gerçekleştiren sivil asker bürokrasidir. Ancak egemen sınıfı oluşturan bileşenlerin etkinlikleri ve nitelikleri Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde değişiklikler gösterdi. Bugün artık bürokrasiyi emekliye ayırma vaktinin geldiğini söylüyorlar. Son yıllarda devletin dilindeki farklılaşmanın nedeni de bu değişim. Farklılaşsa da konuşulan aynı dil. İşte bu dil, diğer bütün dilleri sindiren, yasaklayan, baskın ve baskıcı bir dildir. Bu sahteliklerin dilidir; bu dil devletin dilidir.

İşte bu sahteliklerin başında ulus gelir. Belki daha bilimsel olup buna soyut da diyebilirdim ama böyle söylemem de sahte olurdu. Çünkü ulus bir sahteliktir. Ulus bir kandırmacadan başka bir şey değildir; tipik bir modern sahteliktir. Ona dayalı diğer her kurgu da aynı sahtelik zincirinin diğer halkalarıdır.
18 Aralık’ta Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi, “1. Demokratik Özerklik Çalıştayı" ya da "1. Komxebata Xweseriya Demokratik" düzenledi. Bu çalıştaya katılanlar da çok geniş bir yelpazeyi oluşturdu. Çalıştay sonrasında yayımlanan, “Demokratik Özerk Kürdistan Taslağı” ise tam anlamıyla bir kıyamet kopardı. AKP iktidarının “demokratik açılımcılığı”, CHP’nin “demokratik dönüşümü” bir anda berhava oldu. AKP’si, CHP’si, MHP’si ve tabii ki Genelkurmay tek ses oluverdiler. Bunda şaşacak bir şey de yok. Biliyoruz ki, Türkiye’de bir tane parti vardır; o da “devlet partisi”dir. Bu son olay da bunun bir kez daha ispatı oldu. Konuştukları dil ise devletin bildik diliydi. Nedir o? “Ülkesi ve milletiyle bölünmez…”, “Türkiye cumhuriyetini oluşturan Türkiye halkı…”, “terör”, “suikastçılık”, “üniter devlet”, “bölücülük”, “kanun önünde eşit yurttaşlık”, “cumhuriyet değerleri”, “bayrak”, “tek dil”, “vatan” vs…

Türkiye’de devletin aklı her zaman “Komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen Nevzat Tandoğan’ın tavrındaki gibi işlemiştir. Araçlar ile amaçların uygun olması gerekir. Bu yüzden, POLİS AKADEMİSİNDEN başlatılan “DEMOKRATİK’ AÇILIM”, seçilmişlerin hapise tıkıldığı KCK davasıyla bitti. Devletin pozisyonunu savunanlar “devletin tek bir dili olduğunu” söyleyip duruyorlar. Tamamen başka bir açıdan onlara katılıyorum. Devletin tek bir dili vardır ve o dilde iddianamelerde ifadesini bulan, özgürlüğün değil, tutsaklığın dilidir. O dilin, sivil bir inisiyatifin “Demokratik Özerklik Taslağı”na refleksinde de bu apaçık ortaya çıktı.

Yıllardır süren mücadelenin ve konjonktürün sahtelikleri tedavülden kaldırma konusunda önemli bir aşama kaydettiği inkâr edilemez bir gerçek. Ancak bu sahtelikler, iki yüzlü bir tavırla, geçtiğimiz hafta boyunca bir karşı argüman olarak dillendirildi. En çok vurgu yapılanı ise “Cumhuriyetin eşit yurttaşlığı” idi. Bu “eşitliğin” ne anlama geldiğini yaşayarak öğrendik.

Bir de “Demokratik Özerk Kürdistan Taslağı”nın ne dediğine bakalım:

“Demokratik özerklikte siyasi yönetim; tabandan başlayarak köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri biçiminde demokratik konfederal temelde örgütlenmesini yaparak üstte Toplum Kongresinde temsiliyetini bulur. Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dahil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır. (…) Demokratik özerklik; bir coğrafyaya, etnik ve dinsel topluluğa değil, farklılıkların birlikte yaşama kültürüne, demokrasiye dayanır. Demokrasi kriteri olan etnik, dinsel, sosyal ve kültürel hakları ifade eder. Bu model sadece Kürdistan için değil, Türkiye'nin diğer bölgeleri için de geçerlidir. (…) Demokratik özerklik, sadece devletin yetkilerini ve gücünü sınırlamakla kalmaz, bu rolü oynamakla birlikte devlet + demokrasi anlayışıyla toplumun demokratik yaşamını kurarak, katılımcı ve doğrudan demokrasiyi devletin yanı başında var eder. Örgütlenme çokluğu ve zenginliği demokrasinin derinleşmesi, bireyin, toplulukların güç ve irade kazanması olarak görür. Kültürel, etnik, cins, inanç farklılıklarının özgün ve özerk örgütlenme hakları olmalıdır.”

Bu taslak açıkçası beni çok heyecanlandırdı. Adorno’nun “Sahtelik içinde doğru yaşam olamaz” sözünü bir kez daha hatırlatarak, devletin anlattığı eşitlik ile bu taslaktakini kıyaslamayı size bırakıyorum.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.