Header Ads

Sivilleşme Başta Değil de YAŞ’ta mıdır?

- DÜNYA AHTEM ÖZTOGAY -
Hükümet ve TSK’nin beraber organize ettiği Temmuz sonu-Ağustos başı geleneksel YAŞ şenliklerinin sonuna geldiğimiz şu günlerde yine ülkece “askerin nabzını tuttuk”, “Genelkurmayın ışıklarını gözledik”. TSK’nın komuta kademesindeki istifaların ardından yapılan “kritik” YAŞ toplantısındaki oturma düzenine ilişkin verilen fotoğraftan Genelkurmayın ışıklarının sahura kadar yanmamasına kadar ana akım medyada bilhassa altı çizilen birçok enstantane, AKP iktidarı döneminde liberal ve sol liberal cenah tarafından sıklıkla ve coşkuyla dillendirilen “sivilleşme-demokratikleşme-askeri vesayetin son bulması-militarizmin siyaset sahnesinden tasfiyesi” söyleminin yeniden ısıtılıp servis edilmesine neden olmuş durumda. Burada bizi ilgilendiren veya ilgilendirmesi gereken asıl kritik nokta, sosyalistlerin de bu sığ söylemin içinde yüzmeye başlaması veya içine çekilmesidir.

Militarizmi siyasi iktidar ve ordu arasındaki ilişkilere, ordunun “sivil siyasete” etkisine indirgemek liberal tahrifatın önemli bir parçasıdır; ancak sosyalist solun militarizmi tarihsel toplumsal kökenlerinden koparma, militarizmin siyasal yapı nezdinde zuhur ettiği diğer alanları görmeme ve militarizmin askeri kamuflaj dışında takım elbiseyle de kendini var edebileceğini yok sayma gibi bir lüksü olmamalıdır.

Bu noktada militarizmin kapitalist toplumsal ilişkiler içinde kök salıp serpildiğini ve sosyo-kültürel, siyasi-hukuki, ekonomik, ideolojik her alanda bir yeniden üretim içinde olduğunu ve bu sürecin sınıfsal güç ilişkilerinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu akıllardan çıkarmamak elzemdir. Elbette ki militarizm denince ilk olarak şiddetin örgütlendiği aygıtlara bakıyoruz. Ancak tarihsel süreç içinde bu aygıtların özerk bir görünüm elde etmeleri, kurumsal ekonomik-ideolojik yapılarını oluşturmaları ve siyasal sahnede belirlenen olduğu kadar belirleyen de özne haline gelmeleri onları toplumsal ilişki ağının dışına taşımadığı gibi, bizatihi bu ilişki ağında gömülü olarak karşılıklı etkileşime sürükler ve dönüştürür. Bu anlamda militarizmin sonunu ilan etmek için militarizmin tüm veçheleriyle mücadele etmek gerekir ki bu ancak anti-kapitalist geçiş talepleriyle örülü, kapitalizmden nihai bir kopuşu hedefleyen bir toplumsal mücadeleler silsilesiyle mümkün olabilir.

Kuşkusuz ki ordunun siyasal sahnedeki rolünün azaltılması bunun önemli bir parçasıdır, ancak burada ihtiyatlı olmak gerekir; zira bu noktayı saldırılması gereken nihai cephe olarak görmek ve mücadeleyi bu noktada yoğunlaştırmak liberal burjuva söylemin yanılgıları içine düşme tehlikesi barındırmaktadır. Kapitalizm en liberal evresinde bile kendisini kurumsal ölçekte baskı ve zora dışsallaştırmadığı gibi, burjuva düzene yönelik en ufak bir tehdit durumunda “kanuni düzenlemesi yapılmış şiddet” siyasal iktidarların ilk başvurdukları eylem biçimi olmuştur.

Hele de günümüz neoliberal kapitalizminde ordunun denetime ve “sivil iradeye” tabi olduğu ülkeler dahil siyasal iktidarların emekçi sınıflara topyekun bir savaş açtığını ve sınıf, kimlik, toplumsal cinsiyet eksenlerinde ‘düzen karşıtı’ olarak kodladığı kesimlere karşı dışlayıcı popülizmini otoriter-militer yöntemlerle yürüttüğünü düşünürsek YAŞ’ta verilen fotoğrafın henüz kıştan çıktığımızı anlatan bir yanı olmadığını görmek gerekmektedir.

“Güçlü Polis, Güçlü Türkiye?” Polisin İşlevine Yönelik Kısa Bir Hatırlatma

Militarizmin diğer veçhelerini bir kenara koyarak sadece zor aygıtları üzerinden yapılacak bir değerlendirme bile Türkiye’nin “sivilleşmenin” ne kadar uzağında olduğunu göstermek açısından yeterlidir. Tarihsel olarak kapitalist militarizmin belli bir aşamasına tekabül eden şeylerden biri de zor aygıtları arasındaki işbölümü ile bu bağlamda yeni iç güvenlik aygıtlarının oluşturulması ve zorun içeriye yönelik özerkleşmesidir. Bu aygıtların en önemlisi olan polis de liberal burjuva kavramsallaştırma içinde dar bir “kanun ve düzen”in temsilcisi olarak kavranmaktadır. Hâlbuki tarihsel gelişimi içinde polisin toplumsal işlevi değişmiş ve kapitalist toplumsal dönüşüm sürecine uygun bir şekilde ezilen sınıflar üzerinde devletin zor ve rıza yoluyla hegemonyasını sürdürmesinin temel aracısı haline gelmiştir. Burjuva iktidarını kalıcı hale getirme açısından etkin bir idari mekanizma olarak tasarlanan polislik faaliyetleri, sürekli dirsek teması içinde bulunduğu hukuki yapı ile burjuva düzende meşru kılınmıştır. Bu anlamda polisin de siyasal bir duruşu söz konusudur.

Liberal ve sol liberal kesimlerce iddia edilen AKP döneminde 12 Eylül rejiminin tasfiyesi sürecini bir de polis üzerinden okumakta yarar var. 12 Eylül döneminde, cunta yönetimi altında emniyetin yapısında ordununkine paralellik gösteren bir şekilde Teşkilat, Malzeme, Kadro (TMK) uygulamasına geçilmiş, emniyet tıpkı ordu gibi askeri disipliner bir yapıya büründürülmüştür. Üç yıllık cunta yönetiminin sonunda polis teşkilatının bütçesi darbeden bir önceki yıla göre 10 kat artarken; elinde bulundurduğu silah oranı da %26’lardan %80’lere çıkmıştır. Emniyet Teşkilatının Reorganizasyonu ve Modernizasyonu” (EM-RE-MO) kapsamında da 10 yıllık bir yeniden yapılanma öngörülmüştür. Lojistik (helikopter, deniz botu, mühimmat, bakım ve onarım kademeleri), muhabere (uzak mesafe muhabere sistemi ve otomatik telefon santralleri, komuta merkezleri, kapalı devre TV sistemi) ve diğer teçhizatlar bağlamında polis aygıtının yeni teknoloji ürünü silah ve malzemelerle donatılması tasarlanmıştı. Böylece polis, açık bir şekilde daha militer bir yapıya kavuşturuldu.

Polisin bir zor aygıtı olarak sınıf ilişkilerinin neresinde durduğunu kolayca anlayabilmek için en önemli yapılanması olan “toplumsal olaylara müdahale” birimlerinin evrimine bakmak yeterlidir. Bu bağlamda Türkiye’deki ilk düzenleme 1965 yılında kurulan “Toplum Zabıtası” idi. 12 Eylül’den sonra oluşturulan Çevik Kuvvet’in de işlevi tıpkı Toplum Zabıtası gibi burjuva düzene tehdit oluşturabilecek unsurların bastırılmasıdır.

Çevik Kuvvet’in idari mekanizma içindeki pozisyonu, düzene karşı güvensizlik üreten ve asayişi bozan gruplar ve toplumsal olaylara karşısında baskı ve şiddet yoluyla müdahale edip tahakküm kurmaktır. Bu bağlamda burjuva sınıf iktidarı pozisyonunu korunarak, muğlâk bir genel çıkarlar söyleminin egemenliğinde bu çıkarları zedeleme niteliği olanlar yeni “iç düşman” kategorisi içine sokulmuşlardır.

Toplum Zabıtası’nın bulunduğu 1960 ve 1970’lerde birikim stratejisi tek uluslu hegemonya projesine dayanıyordu ve korporatist bir yapı içerisinde tehdit algısı komünizm karşıtlığı üzerinden inşa ediliyordu. Yeni birikim rejimi ise sivil toplumun tüm katmanlarını güvenlikleştirmektedir. Muhafazakâr ve otoriter yönetimler altında özel mülkiyet ve piyasa düzeninin kutsallaştırılmasıyla birlikte neoliberal hegemonya projesinin dışına çıkma olasılığı ve arzusu, doğrudan düzene tehdit olarak kodlanırken; buna yönelik verilen mücadele siyasi iktidarın baskıcı pratiklerinin billurlaştığı alandır.

Polis bir yanıyla “toplumsal polis” olarak sivil toplumu denetim altında tutmaya yönelik olarak gündelik hayatın her aşamasına dâhil olurken devlet iktidarını toplumsal alanın içinden yeniden üretmekte, öte yandan da hegemonyanın dayandığı zor kanadını oluşturarak, burjuva düzenin yeniden üretim koşullarını sağlamaktadır. Bu anlamda Çevik Kuvvet, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumsal ilişkilerin militarizasyonunda son derece önemli bir işleve sahiptir. Bu işlevin en çıplak tanımı için ise çalışma hayatının disipline edilmesi ve toplumsal muhalefetin bastırılması açısından son derece kritik bir rolü olan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Dernekler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu, Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu metinlerine bakmak yeterlidir.

Polis aygıtındaki bu yapısal dönüşüm süreci ve militarizasyon, neoliberal kapitalizmin hegemonya projesinde devletin sosyal hizmet alanlarını terk etmeye başlaması ve güvenlik sahasına çekilmesiyle de doğrudan ilintilidir. Bu süreçte polis tam anlamıyla bir “iç ordu” haline getirilmiştir. Bunun uç noktasını da ilk defa 1983’te kurulan Polis Özel Harekât birimi oluşturmuştur. Daha sonra 1990’lı yılların ortalarında Kürt illerinde PKK’ye karşı yoğunlukla kullanılan bu timlerin ve JİTEM gibi jandarma içindeki yarı-legal / kontrgerilla yapılanmaların ‘kirli savaşın’ otuzu yılı aşkın bir süre devam ettirilebilmesinde son derece önemli bir işlevi vardır.

AKP Döneminde ‘Sivilleşme’

Bütün bunarlın ışığında şunu sormamız gerekiyor. AKP döneminde ne olmuştur da militarizasyon azalmıştır? MGK Genel Sekreterliğinin sivilleşmesi, ordu içindeki darbeye meyletmiş ve üsleri tarafından tasfiyeyle tehdit edilmiş kliklerin tasfiyesi gibi askeri yapıya yönelik değişim “sivilleşmenin” bir parçası mıdır yoksa sivil-askeri bürokraside yuvalanmış Kemalist elitlerle AKP’nin siyasal alanda koruyuculuğunu, besleyiciliğini üstlenmiş olduğu muhafazakâr yeni sağ elitlerin mücadelesinin bir tezahürü müdür? Cumhurbaşkanlığının yetkisine dair Sezer dönemindeki itirazların Gül döneminde unutulması ve bugün başkanlık sisteminin konuşulması, keza YÖK'ün el değiştirmesi sonrası önceden yapılan itirazların unutularak YÖK'ün tüm yetkilerini sonuna kadar kullanıyor olması ve üniversite reformu bağlamında konuşulan mütevelli heyetleri bağlamında yeni YÖK’cüklerin oluşturulması ihtimali, yargı meselesi vs. göz önüne alındığında; AKP’nin yaptığı 12 Eylül vesayet kurumlarının tasfiyesi ile demokratikleşme, sivilleşmeden ziyade aslında kamu idaresi üzerindeki gücünü pekiştirmektir.

YAŞ'taki tablonun gösterdiği de AKP'nin daha fazla denetiminde olan polisin iç güvenlikte yetkisinin  arttırılmasıdır. Yukarıda da belirttiğim üzere kuşkusuz ordunun sivil siyasete etkisinin kırılması militarizmle mücadelede önemli bir basamaktır. Ancak sosyalist sol açısından tehlike, bu noktada kalmak ve militarizmi asker-sivil ilişkilerine indirgemektir. Hiç kuşkusuz daha vahim olan ise bu çatışmada bir taraf olmak ve taraflardan herhangi birine siyaseten yedeklenmektir. Militarizmle mücadele sosyal, siyasal, iktisadi alanda topyekûn sürdürülmesi gereken bütünlüklü bir anti-kapitalist mücadelenin parçasıdır.

Sadece baskı ve zor aygıtları temelinde bile mesele incelendiğinde AKP döneminde polisin militarizasyonunun artmış olduğu açıkça görülmektedir. Aralık 2000’de Gazi Mahallesi’nde ölen meslektaşlarının ardından “dişe diş, kana kan, intikam” sloganlarıyla tüm üst düzey emniyet yetkililerini ve valilikten İçişleri Bakanlığına kadar olan polisi ilgilendiren bürokratik unsurları da hedef alan eylemleri sonrasında bulundukları il sayısı 33’e düşürülen Çevik Kuvvet, 2007 yılında tüm illerde yeniden kurulmuştur. Basit bir internet taramasıyla emniyetin bütçe kalemlerinde bir önceki yıla göre %20’lere varan artışlar görülebilir. Polisin envanterine giren silah, zırhlı araç, bombaatar vs. ekipmanlarla toplumsal mücadeleyi sürdüren kesimler sıklıkla karşılaştığı bilinen bir gerçek. Ana akım medyada bile Başbakanlık örtülü ödeneğinin polisin gaz alımına tahsis edildiği haberleri yer almakta.

Özellikle seçim sürecinde Kürt illerindeki baskınlar ve gözaltıları düşündüğümüz zaman siyasal iktidara karşı yürütülen herhangi bir muhalefet eyleminin “zayiat” bilançosu tutulamaz hale gelmekte. Yine aynı dönemde hükümet polis özel harekât timlerinin sayısının arttırılacağını ve PKK ile savaşta etkin bir şekilde kullanılacağı açıklamasını yaptı. Bu arada 2010 yılında kurulan, hukuki olarak İçişleri Bakanlığına bağlı bulunan, siyasal iktidarın yeni istihbarat kurulu Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı da şu an kanunen bir değişiklik yapılmış olmamasına rağmen Başbakanlığa bağlı sürekli kurullar / bağlı kuruluşlardan biri olarak başbakan yardımcılığı altında görünmektedir. Benzer örnekleri çoğaltabilmek mümkün.

Dolayısıyla sosyalist solun kafasını kuma gömmeden, militarizm ve sivilleşme üzerine kelam eden liberal ve sol liberallerden ve bu cenahın vagonunda seyahat eden sosyalistlerden kendisini ayrıştırması, militarist zihniyetin bizatihi parçası olan neoliberal bir siyasal iktidardan bu hususta medet ummaması ve bu tartışmaya doğru yerden müdahil olması gerekmektedir. Aksi takdirde emek-sermaye çelişkisini, Ergenekon-AKP çelişkisine dönüştürmeyi başarmış olan dilin içinde daha nice Metin Lokumcu’lar kaybederiz ve “tank öldü, yaşasın TOMA” diye bağırırken buluruz kendimizi.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.