Header Ads

Sahi Biz Niye Yürüyorduk?

- RENGİN ARSLAN -
AKP hükümetinin Atabeyler operasyonuyla başlattığı, Ergenekon davasıyla genişlettiği ve Devrimci Karargah, Odatv, Balyoz, KCK ile bütün kesimleri “tutuklu” hale getirdiği davalar, değme kurgucuların bile hayal güçlerini zorlayarak ilerledi. Sanıkların bazıları gerekçesiz şekilde tutuklandıkları gibi, yine gerekçesiz bir şekilde tahliye edildi bu süreç içinde.

Bu davalar yumağından ayrı olarak Cihan Kırmızıgül’ün “poşu davası”, parasız eğitim isteyen öğrencilerin tutuklanması, doğaya zulmetmeye ant içmiş HES’lere karşı yapılan protestolarda polisin, göstericileri ölüme götüren müdahalesi... Hâlâ dün gibi aklımızda... Devletin sınır tanımayan zalimliğine karşısında unutmak da mümkün olmuyor ne de olsa.

Her yeni eylem, sonu bilindik fotoğraflar getirdi önümüze. Gözaltı, tutuklama, hukuksuz ve keyfi yargılama, gayriciddi bile denemeyecek kadar trajikomik bir biçimde icat edilmiş deliller ve neresinden tutsanız elinizde kalacak iddianamelerle aylarımız, yıllarımız geçiyor. Tabii bir de kırk yılın başında gözümüzün gördüğü işkenceyle...

Arasında bu satırların yazarının da bulunduğu bir kesim bu zamanı dışarıda; hakkında delil üretilen ama yıllardır bir hüküm verilmeden tutuklu kalanlar ise içeride, hukuksuzluğa, bu deli saçmasına tanıklık ediyor, mecburen...

AKP toplumun her kesimini tutuklar, tutuklamadıklarını biat eden kullar haline getirmeye çabalar, farklı ideolojik kökenlere sahip güruhları öyle veya böyle “etkisiz” hale getirmeyi çalışırken neyi amaçlamıştır, bilemiyorum. Ancak ne yazık ki şurası ortada: AKP bu topyekün saldırıyla herkese bir tutuklu verdi. Toplamda, toplumun muhalifleri diyebileceğimiz kesimler de AKP’nin önüne koyduğu tutuklusunu alarak, kendi mağduriyetini haniyse “en büyük mağduriyet” ilan ederek eylemler düzenledi, basın açıklamaları yaptı. Bir ilk refleks olarak bundan doğalı yoktur zaten. Ancak geçen zaman, hızını arttıran bu “çılgın hukuk projesi” bile, farklı kesimlerin birbiri için yürümese de birbiri için empati geliştirmesini sağlayamadı maalesef.

Savcıların yapıştırdığı yaftalarla konuşmak gerekirse; Ergenekoncular için bir kesim, KCK için başka bir kesim, arada kaynaşma faktörü yaratsa bile Odatv için bir başka kesim, yürüdü, tepki gösterdi. Tabii bu noktada kesişme kümeleri de oluşmadı değil. KCK için yürüyenler Odatv eylemlerine de destek verdi, Ergenekon için yürüyenlerden KESK’e destek verenler çıktı vs. Oluşan kesişme kümelerinin toplam bir kümeye işaret etmesini engelleyen temel şey ise herhalde Ergenekon ve Balyoz operasyonları oldu.

AKP’nin derin devlet yapılanması dediği Ergenekon ve "darbe yapacaklardı" dediği Balyoz davalarında yargılananlar en şaibeliler oldu. Kamplar bir süredir netti zaten: Ulusalcılar Ergenekon ve Balyoz; “yetmez ama evet” demeyen diğer sol ise KCK davasıyla sınandı.

Ergenekon davasında Veli Küçük ve İbrahim Şahin başta olmak üzere pek çok isim derin devletle hesaplaşmanın kanıtı sayıldı. Doğu Perinçek zaten sevilmezdi. Oğlu Mehmet Perinçek’in suçu, Doğu Perinçek’in oğlu olmaktı. Ben savcıların yalancısıyım. Öyle yazmışlar. Tuncay Özkan zamanında F tipi ile ilgili güzellemeler yazmıştı.

Odatv davasında Ahmet Şık ve Nedim Şener farklı kesimlerin buluşmasını sağlayan ortak bir payda yaratırken Soner Yalçın, Yalçın Küçük için uzun süre ses çıkmadı. Devlet, savcılar, mahkemeler öyle bir iş yapmıştı ki, birbiriyle davalık olacak kadar birbirinden hazzetmeyen kişileri aynı çuvalın içine koymuştu. Derin devletten emekli edilen figürlerin varlığıyla “hesaplaşma” algısı kuvvetlendirilirken, aynı davadan yargılananların da derin, mel’un, kötücül ve darbe yanlısı kimseler olduğu kanaati yayılmış, henüz hiçbiri hüküm giymemiş olsa da masumiyet karinesi hepimize unutturulmuştu.

Pek çok lafa en hakiki adalet savunucuları olarak başlayıp, cümlenin orta yerinde “ama” demek zorunda kalmamız bundan değil miydi? Örnek: “Yalçın Küçük’ü zerre kadar sevmem ama tabii ki özgür olması gerek...” Bazı isimlere bu bile çok görüldü gerçi. Doğu Perinçek’e yıllar içinde artan antipatinin sonunda, onun özgür kalmasını savunan kişiler ancak “ulusalcılar” oldu.

KCK davasında Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı öne çıktı. Arkadaşları onların tutuklu olmasına “kabul edilemez” der ve onlara kefil olurken; aynı saçma delillerle içeri atılan “görünmez” tutuklular Eylül’deki davayı beklemeye koğuşlarına döndü. Onların “suçu” da haber yapmaktı. İnanır mısınız, KCK iddianamesinde tecavüz mağdurlarıyla ilgili yapılan haberler “hükümeti yıpratmak” amacı altında “suç delili” sayıldılar.

Lafı daha fazla uzatmayayım, AKP herkese “kefil olacağı” bir tutuklu, “diğerleri masumdur belki ama o daha masumdur” diyeceği bir Özel Yetkili Mahkeme (ÖYM) mağduru yarattı. Sağ olsun. AKP’nin önümüze koyduğu yemek buydu, biz de yedik.

Önümüzdeki yemek hiç soğumadığı gibi, her gün yeni ısıtılmış bir aş koydu önümüze. Yeni bir ayrışma kapısı, yeni bir sol içi / sol dışı polemik konusu... Yeni bir “Ama o da” diye başlayan cümle düzeni... Buradaki “o” tabii ki bir kişiye işaret ediyordu. Kastedilen ne bir dava ne de bir hukuki yanlışlıktı. İşte sorunun başladığı yer de tam burası. Acaba “o” kimdir? Anamız, bacımız, ahbabımız, rakı sofrasına oturduğumuz dostumuzdan gayrısı sadece bir “o” mudur?

Ve bir başka soru... Kişilere kefil olmak ne demektir? Kişilere neden kefil olunması gerekmektedir? Ben şahsen Yahudi soykırımında ölen kimseyi kefil olacak düzeyde tanımadım. Bu örneği abartılı mı buldunuz? O zaman şunu söyleyeyim, 80 darbesine doğmuş bir çocuk olarak, benden evvel, işkence edilen, tutuklanan kişilerin, zalimin zulmüyle ezilenlerin en fazla 10-15’ini tanımışımdır ve hiçbirinin fikirlerine, yaptıklarına, yapacaklarına kefil olamam. Olmaya da gerek yoktur zaten.

Meselemiz kefil olunacak veya olunmayacak kişiler değildir çünkü. Mesele her insan evladına ne yazık ki bir gün lazım olabilecek “ÖYM adaleti” karşısında durabilmektir. Kişiler değil, maruz kaldıkları uygulama esastır. Mesele iddianamede haklarında ne dendiği, ne ile suçlandıkları, bu iddialarla nasıl bir yargılamaya tabi tutuldukları, tutuldukları sürece nasıl bir ortamda “yaşamaya” çalıştıklarıdır. Savunma hakları ellerinden alınır, mahkeme salonlarında avukatlarıyla görüşmeleri engellenirken, kişileri ve onlara olan sempatimizi tartışmak ayıp değil midir?

Olayları ve olguları kişiler bazına indirgemek, ne yazık ki feodal çağa ait kalıntıların “entelektüel” zihinlerden bile silinmeyen yansımasıdır. Evvelden yaptıkları hataların, işledikleri günahların, savundukları yanlış fikirlerin -bunların hepsi görecelidir, herkes için bir başka yanlış düşünen vardır mutlaka- özgür olmadıkları, gerekçesiz yere tutsak edildikleri dönemde söz konusu edilmesi ise en hafifinden insafsızlıktır. Bana zûl gelen bu cümleleri yazmaya iten sistem yıkılsın...

Yeni bir yüzyıl inşa edemediğimiz için yıllardır inatla biriktirdiğimiz ve bugün yaşasalar birbiriyle aynı safta yer alması pek muhtemel olmayan fail-i meçhullerimizi, gözaltındaki kayıplarımızı, mezarsız ölülerimizi devletin fraksiyonları değil, yerle yeksan edemediğimiz bir tek vücut olan bu düzen katletti. Değişen dünya düzeninde, iktidarların öldürmek yerine, hapse tıkmayı tercih ettikleri arasında fraksiyon göz etmek bu yüzden bile tuhaf değil midir?

Şahsen KCK, Ergenekon, Odatv, Balyoz, hepsini toplasanız sanıkların arasından tanıdıklarım üçü-beşi geçmez. Bugüne kadar hiçbirinin durumuna özel bir ilgi göstermedim, benim ayıbımdır belki. Mesleki hassasiyetler nedeniyle daha yakından bildiğim isimlerden yola çıkarsak; KCK’dan tutuklu gazeteci Zeynep Kuray, Ergenekon’dan tutuklu Hikmet Çiçek, Odatv’den tutuklu Barış Terkoğlu’na yönelik adalet talebimde en ufak bir fark yoktur, olamaz. Çıksınlar ve “çok tartışmalı” haberler yapmaya, yazılar yazmaya devam etsinler. Bize onlardan haber alma ve onlarla kavga etme özgürlüğümüz geri verilsin artık.

Adaletsizlik deyince, Pozantı’dan Diyarbakır’a, Silivri’den Bakırköy’e kadar ranzalar dizilmiyorsa gözümüzün önüne, talep ettiğimiz adalet sizce de sorunlu değil midir?

Sahi biz niye yürüyorduk?

Rengin Arslan

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.