Header Ads

Liberal Anti-Totalirizm ve Soykırımcı Yeni Sol

Son yıllarda solun milliyetçilikle, devletçi otoriterizmle, Kemalizmle, darbecilikle ve sair melanetle itham edilmesi adeta bir moda halini aldı. Aralarında birçok sabık solcunun da bulunduğu meşhur ya da değil bir dizi kalem erbabı, Türkiye’de sosyalist hareketin geçmişten bugüne antidemokratik bir politik aktör olduğunu, adeta bir “ilk günah” sayılan İttihatçılıkla ve elbette Kemalizmle malul olduğunu yazıyor, 1960’lar ya da 70’lerde cereyan edilen mücadeleleri “cuntacılık” ile yaftalayabiliyor. Geçtiğimiz günlerde oldukça gürültü koparan en son örnek, Taner Akçam’ın Taraf gazetesinde yayımlanan ve Birgün gazetesinin bir manşetinden hareketle “Miloşeviç gibi kendini sol olarak tanımlayan bir kişi ve hareketin nasıl olup da Bosnalılara soykırım yaptığı sorusunun cevabını Birgün’de buldum” gibi iddialar içeren yazısıydı. Akçam yazısında solu ya da hiç değilse solun bir bölümünü ima yoluyla da olsa “soykırımcı” olmakla, olma potansiyeline sahip olmakla itham edebilmişti. Baştan belirtmek gerek: Bu yazı Akçam’ın yazısına bir cevap ya da eleştiri değil; hedefi sosyalist hareketin geçmişine ve bugününe dair bu “eleştirel”, daha doğrusu tahkir edici söylemin aslında hiç de Türkiye bağlamına özgü olmadığı, adeta “zamanın ruhu”nun bir parçası olduğunu ortaya koyabilmek.

Lİberal zamanların ruhu
En iyisi, günümüzde yaşanan şiddetli polemiklerin hararetli atmosferini bir süre için bir kenara bırakalım ve “zamanın ruhu” derken kastedilenin ne olduğuna bir göz atalım: Bundan yirmi yıl önce 1989’da, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın siyaset planlama ekibinden Francis Fukuyama, The National Interest adlı uluslararası ilişkiler dergisinde “The End of History?” adlı makalesini yayımlıyordu. Fukuyama, Sovyet blokunun çözülmesinin ardından çalışmasını genişletip makalesinin sonundaki soru işaretini de kaldırarak The End of History and The Last Man (Tarihin Sonu ve Son İnsan) adlı meşhur kitabını yayımlayacaktı. Kitabın tezleri onu okumuş okumamış hemen herkesçe aşağı yukarı bilinmektedir: 1789 ile başlayan modern serüven bin bir felaket ve hayal kırıklığının ardından liberal demokrasinin güvenli sularında nihayete ermiştir. Batı tipi liberal demokrasi, hükümet etmenin olası en iyi biçimi olarak insanlığın ideolojik evriminin nihai aşamasıdır. Aman dikkat: Fukuyama “ideolojilerin sonu”ndan bahsetmez. Tam tersine onun için söz konusu olan, “ekonomik ve siyasal liberalizmin küstah bir zaferi”dir.  
1989’a geri dönelim. Aynı yıl, Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü görkemli bir biçimde kutlanır. Ünlü tarihçi François Furet’nin öncülüğünü yaptığı revizyonist tarihçiler kutlamalar vesilesiyle Fransız Devrimi’nin artık “bitmiş” olduğunu ilan ederler. Furet aslında devrimin “gereksizliğine” dair genel bir konsensüsü ifade ediyordu. Buna göre devrim, Fransız tarihinde çok da önemli bir değişiklik yaratmamıştı; daha iyi yönde bir değişime yol açtığı ise kesinlikle iddia edilemezdi. Devrim, Rousseaucu “genel irade” ve Robespierreci “terör” ile içerisinden modern zamanların aşırılıklarının, totalitarizmlerin, savaşların ve soykırımların çıkacağı Pandora’nın kutusunu açıvermişti. Dönemin hem de “sosyalist” başbakanı Michel Rocard’a göre devrimin 200. yıldönümü, “birçok insanı devrimin tehlikeli olduğuna, şayet devrim olmasaydı her şeyin çok daha iyi gideceğine ikna etme”nin iyi bir vesilesi olarak görülmeliydi.

1989 yılında meşum duvar yıkılır ve sadece adı “sosyalist” blok çözülmeye başlarken tarihin liberal demokrasinin zaferiyle nihayetlenişi kutlanmaktadır. Biten sadece tarih değildir elbette, liberal demokrasinin ötesinde her arayışın da beyhudeliği açığa çıkmış, devrim ya da egemen olandan “kopuş” fikrinin kendisi de nihayete ermiştir. Liberal temsili demokrasi, önce faşizmi ardından da komünizmi mağlup ederek kendisine karşı olabilecek tüm alternatiflere karşı galibiyetini ve tartışılmaz üstünlüğünü ilan etmiştir. Slavoj Zizek’in deyimiyle, “Fukuyama’nın Tarihin Sonu kavramı ile dalga geçmek kolay olsa da bugün çoğunluk aslında Fukuyamacıdır. Liberal demokratik kapitalizm, nihayet bulunmuş, mümkün en iyi toplum formülü olarak kabul ediliyor. Herhangi birinin yapabileceği yegâne şey bu toplum biçimini daha adil, daha müsamahalı ve saire kılmaya çalışmaktan ibaret.” 1990’lı yıllara ve 2000’lerin büyük bölümüne egemen olacak muzaffer zeitgeist, yani “zamanın ruhu” bütün ihtişamıyla hüküm sürmektedir artık: Kapitalizm demokrasinin bir önkoşulu, gerekli şartıdır; faşizm ile komünizm ise liberal demokrasiye doğru doğal ve kaçınılmaz gelişimi sekteye uğratan geçici kazalar, kapanmaya mahkûm parantezlerdir. Rousseau ve Marx’ın radikal ütopyaları totalitarizme kaynaklık etmiş ve giyotin ile Gulag kamplarını doğurmuştur. Yukarıda adı geçen Furet’nin Bir Yanılsamanın Geçmişi adlı çalışmasının temel vurgusu da, modern totalitarizmlerin kaynağı olarak gördüğü devrimci geleneğin sorgulanması ve nihayetinde tarihin aşılmaz ufku olarak liberalizmin melankolik de olsa övgüsüdür.

Antİ-totaliter simetriler
Böylece komünizm, faşizm ile birlikte Batı liberalizminin negatiften meşrulaştırılması olarak görünür artık. Komünizm ile faşizm özgürlüğün Janus başlı düşmanı, modern totalitarizmin iki ayrı örneğidir. Buna göre, komünizm de tıpkı faşizm gibi içkin olarak totaliter bir teori ve pratiktir. Komünizmin faşizmle adeta eşdeğer kılınışı Stéphane Courtois’nın derlediği Komünizmin Kara Kitabı (1997) ile zirvesine ulaşır. Courtois’nın temel gayesi komünizmin Nazizmden çok daha canice sonuçlara yol açtığını ispatlamaktır. Ona göre Nazizm bir ırksal topluluğa karşı soykırıma başvurmuş, komünizm ise bir sınıfa karşı “soykırım” yürütmüştür. Yani Auschwitz ile Gulag arasında bir simetri vardır. Hatta Alman muhafazakâr tarihçi Ernst Nolte’ye göre Auschwitz’e yol açan bizzat komünizm deneyimidir. Nolte’ye göre Nazizm 1917 yılında Bolşevizmin getirdiği “Asyatik” barbarlığa bir tepkidir. Bu anlamda Bolşevizm Nazizmin “mantıksal ve olgusal evveli”dir. Örnekler çoğaltılabilir elbette. Anti-faşist direniş ve iç savaş dönemlerinde sol ile “sağ” (Nazi işbirlikçileri kastediliyor) arasında simetri kurarak ikisinin uyguladığı “terörü” eşdeğer kılan Yunan revizyonist tarihçiliği ya da İtalya’da faşizmi ve Mussolini’yi rehabilite etmeye dönük çabalar akla gelen ilk örnekler.

Kısacası, komünizm ile faşizmin “suçları” arasında bir “simetri” oluşturma tutkusu, bu ikisini iki “totalitarizm” olarak eşleyen liberal dizgenin tipik özelliğidir. Enzo Traverso’nun dediği gibi, “anti-totaliter simetri artık kusursuzdur ve bunun sonucu, tamamen farklı nitelikteki suçları birbirine katarak kurbanların eşitliğini, ‘uğruna öldükleri davaların eşitliği’ne dönüştürmek”tir. Böylece liberal anti-totalitarizm yapısal güç ilişkilerinin üzerinden atlayarak siyasal saflaşmaları depolitize eder. “Uğruna ölünen davalar” eşdeğerse tarihçiye kalan yegâne görev, kimin daha “aşırı” olduğunu anlayabilmek için ceset saymaktır. Siyasal şiddetin söz konusu olduğu durumlarda cellât ile kurbanı eşitleyen liberal körlük daha da belirgin hale gelir. Tarih, liberal-parlamenter demokratik düzenle son buluyor ve diğer tüm seçenekler bizi ya Aushwitz’e ya da Gulag’a çıkaran “aşırı” sapa yollara çıkartıyorsa eğer, şiddeti doğuran da bizzat bu “aşırılıklar”dır. Yoksa şimdiki zamanın ve egemen düzenin içinde barındırdığı güç ve tahakküm ilişkileri değil.

Günümüzde 20. yüzyılın tüm felaketlerinden, barbarlıklarından devrimleri ve elbette devrimcileri (“aşırılıkları”) sorumlu tutmak çok popüler. Toplama kamplarının, kitlesel kıyımların ve totalitarizmin baş sorumlusu artık devrimler, özellikle de Fransız ve Rus devrimleri. Sanık sandalyesine oturtulanlar cellâtlar değil, kendi kaderlerini ellerine alma cüretini gösterenler. Doksan yıl önce katledilen Rosa Luxemburg, devrimin hemen akabinde Bolşeviklere dönük ciddi eleştirilerde bulunmaktan çekinmezken onları tarihsel bir dönüşüme “cüret etmeleri” dolayısıyla heyecanla övüyordu. Günümüzde ise kınanan, eleştirilen, itham edilen tam da bu cürettir.

Aynı “zamanın ruhu” bize de sirayet etti elbet. Jakobenizmi her türlü melanetin müsebbibi addeden Fransız revizyonist tarihyazımı ile çoğu manasını pek bilmese de her taşın altında bir Jakoben arayan müseccel demokrat köşe yazarlarımız arasında çok da mesafe yok. Bizde mesele, Fransız ya da Sovyet devrimlerinin mana ve ehemmiyetinden ziyade bizatihi sosyalist hareketin tarihsel bilançosu üzerinden ele alınıyor doğal olarak. Bu bağlamda solun Türkiye’de her daim milliyetçi ve darbeci olduğu fikri hemen her telden kafamıza kakılıyor, üstelik aklı başında sandığımız çok sayıda solcu da bu tezlere sarılmaktan imtina etmiyor. Belleği adeta sıfırlanmış “yenilikçi” birçok solcu tarihin solsuzlaştırılmasını, sınıfsızlaştırılmasını sineye çekebiliyor. Siyasal ufuk ve hafızamız milliyetçilikle liberalizm arasında neredeyse ezeli addedilen bir cendereye sıkıştırılıyor. İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf tarihsel anlamda tek olası seçenekler olarak önümüze sunuluyor, ya birini ya da diğerini seçmemiz için. Bir yanda “milliyetçi-merkeziyetçilerin”, diğer yandaysa “liberal/muhafazakâr-adem-i merkeziyetçilerin” yer aldığı bu saflaşma, “merkez-çevre”, “bürokrasi/devlet elitleri-sivil toplum” gibi tanımlamalar altında Türkiye siyasal hayatını belirleyen temel eksen olarak tarif ediliyor. Okuyanlar bilir; Akçam da anılan yazısında bu saflaşmayı “iki mahalle” metaforuyla yeniden üretiyordu.

Toparlamaya çalışalım: Liberal anti-totalitarizmin yerli ve yabancı versiyonları karşısında bir “ihanet” ve “dönekler” söylemiyle durmanın pek bir anlamı yok. Tarık Ali’nin hatırlattığı üzere, “devrimci dalgalar her gerileyişinde artlarında hem iz, hem de bol miktarda enkaz bırakmışlardır. Pek çok sabık devrimci, gerileme ve çekiliş dönemlerinde, ters kutuplara dönmüştür.” Gramsci bu durumu, yani yönetici sınıfın diğer toplumsal grupların ya da tabi sınıfların aydınlarını kendi içinde eritmesini, soğurmasını “transformizm” olarak adlandırır. Yani çoğu zaman gereksizce “döneklik” olarak adlandırılan durumlarda, hele hele sosyalist hareketin böylesine gerilediği koşullarda şaşıracak çok da bir şey yok.
Esas önemli olan, söz konusu olanın ideolojik, moral ve etik hegemonya inşasına dönük politik bir tartışma olması ve dolayısıyla bu ciddiyette bir karşı duruşu icap ettirmesi. Bunun için öncelikle “kısa” 20. yüzyılda “sosyalizm” adına işlenmiş “suçlar” karşısında eleştirel bir tutum almak ve dahası Stalinist karşı devrim fenomeniyle tarihsel materyalist temelde bir hesaplaşmaya girişmek elzem. Bu hesaplaşmanın elbette bir parçası da yerli sosyalist hareketin hata, zaaf ve eksiklikleri olmak durumunda. Ancak daha önemli olan, sola karşı söz konusu ithamların siyasal bağlamını açığa çıkartmak, yani tartışmayı siyasallaştırmak gereğidir. Unutmayalım: Nasıl bir geçmişe sahip olduğumuz, nasıl bir geçmiş kurguladığımız, nasıl bir gelecek tasavvuruna sahip olduğumuzla doğrudan bağlantılı. Yani hafıza aktiftir; hafızayla ilişkimiz, sanıldığının aksine, geçmişten çok gelecekle ilgilidir. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında hafızalarını tazeleme ve yeniden kurgulama ihtiyacı hissederler. Bu anlamda tarihle yaşanan her “hesaplaşma”nın siyasi bir içeriği vardır. Solun tarihini didiklemeye ve iğdiş etmeye dönük bu iştahın siyasal içeriğini yukarıda tartışılan bağlam dahilinde tartışmak, onu örten şalı kaldırmak bu iştahın karşısına başka bir siyasal iddia ile çıkmak için elzem.  


fotiben@gmail.com

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.