Header Ads

Sartre'ın Varoluşunun Dayanılmaz Ağırlığı

- RENGİN ARSLAN -
Yaşadığımız günlerin ağırlığı altında soru sormaya devam etme iradesi belirleyici. Sormanın da ötesine geçip yanıtlar vermeli, hiç değilse aramalıyız. Kendini kardeşsiz sananın, “oh olsun” nidaları da, binlerce kilometre öteye, “Bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım” diyenin sesi de aynı topraklarda yankılanıyor.

Bu seslerin ve tek bir yazıya sığamayacak kadar hızla gelişen “hezeyanlar”ın arasında, Sartre’ın çizdiği dünyayı, söylediklerini ve yaptıklarını hatırladım. Daha önce yazılmış bu yazıda özellikle Sartre’dan yaptığım birkaç alıntı başka soruları da beraberinde getirir; oyunlarında anlattığı insanlık halleri, şapkamızı önümüze koyup yeniden değerlendirmemizi sağlar diye düşünüyorum. 

Özgürlüğümüzü, kemdi eylemimizden sorumlu olmayı, seçimlerimizin bireyi ve toplumu nasıl “yeni başta yazdığın”, “sinekleri” ve “cehennemi” hatırlamak için... Yazıda ancak bir aydın portresinin eskizi olabilecek birkaç detayı bilmek için...  

Bir sanatçıyı, onun yaratısını anlamak için yaşadığı dönemi bilmek neredeyse bir zorunluluktur. Edip Cansever’in belleklerimize işlediği özlü ifadesiyle söylersek: “İnsan yaşadığı yere benzer.”
Yirminci yüzyıla damgasını vuran varoloşçuluk felsefesinin öncülerinden düşünür ve yazar Jean Paul Sartre’ı anlamak için de yaşadığı dönemi bilmek bir anahtar. Fransız düşünür, “...Yazar istese de istemese de (...) çağdaşlarıyla, yurttaşlarıyla, kendi ırk ve sınıfından olan kardeşleriyle konuşur” diyor. 

Sartre 75 yıllık hayatında iki dünya savaşına tanıklık etti. Aklın, bilimin ve sanatın yüceltildiği Avrupa kıtasındaki savaş çılgınlıklarını; Amerika’nın acımasız ırkçılığını ve Vietnam’a açtığı savaşı; uzak memleketlerin işgal edildiğini gördü. Sanayi devriminin getirileriyle cebini dolduran bir avuç zengini ve bununla birlikte “özünü, benliğini, bilincini yitiren” ve “neredeyse dönen çarkın vidası” haline gelen yoksul çoğunluğu tanıdı. İkinci gruptakilerin yanında yer aldı. Yaşanan kıyımlara ilişkin görüşünü “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür” diyerek özetledi.

Sartre, onu yaratan bu ortam içinde kendi “varoluşunu” bütün ağırlığıyla taşır ve hayatını bir aydın sorumluluğuyla sürdürür. Bu nedenle Fransa’nın Cezayir’e karşı giriştiği savaşa, yani sömürü düzenine karşı çıkar. Çağının olaylarına gösterdiği tepkileri roman ve tiyatro aracılığıyla da dile getiren Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülü dahil bütün resmi ödülleri reddeder. Bu ödülü geri çevirdikten sonra da şu sözleri söyler: “Burjuva bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumlarından dolayı, (ödülü) kabul edemem.”

Sartre’ın Özgürlüğü

Sartre, insanın kendi varoluşunu başarması için kendine özgü bir yol izlemesi, yaptığı seçimlerin sorumluluğunu üzerinde taşıması gerektiğini düşünür. Oyunlarında da, zor bir seçim yapmak durumunda kalan, seçtiği yolun sorumluluğunu başkalarıyla paylaşmaya can atan karakterler ön plana çıkar. Ancak yapılan seçimlerin sorumluluğunun paylaşılmaz olduğu gösterilir. Kişi bir yolu seçerken, aynı zamanda başkaları için de tasarladığı yolu seçmektedir. Sartre bu görüşünü, “Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini tasarlarız” diyerek açıklıyor. Fransa’nın Alman işgali altında olduğu 1943 yılında yazdığı “Sinekler” adlı oyununda, baş karakteri Orastes, kendi özgürlüğüne ulaşmak için bir toplumu özgür kılmanın tek yol olduğuna karar verir. Bütün kenti saran sineklerse aslında halkın boş inançlarıdır. Oyun, Orastes’in kendini fareli köyün kavalcısına benzettiği nutuğuyla son bulur.

Aynı oyunda sineklerin tanrısı Jüpiter, Kral Agemmemnon’u öldürerek yerine geçen Egisthe’ye şöyle der: “Tanrıların ve kralların acı sırrı: İnsanların özgür olmaları. İnsanlar özgürdürler Egisthe. Bunu biliyorsun ama kendileri bilmiyorlar.” “Kirli Eller” oyununda ise hem insanın yaptığı seçimlerin diğerlerine etkisi hem de komünist bir liderin hayatına bakış vardır. Komünist Parti’nin dergisinde çalışan, kendini kanıtlama çabasındaki Hugo’ya, parti içindeki muhalifler tarafından partinin lideri Hoderer’i öldürme görevi verilir. Bu, Hugo için yine kendi varoluşunu yaratmanın bir yoludur. Ancak, suikastı gerçekleştirmek için yanında sekreter olarak çalışmaya başladığı Hoderer’e gizli bir hayranlık duymaya başlar. Almanların Fransa’dan çekilmeye başladığı dönemde geçen oyunda, Sovyet ordularının ülkeye gelişi hem bir umut hem de bir sıkıntı kaynağıdır. Çünkü Hoderer’e göre, ister işgal etmek, ister yardım etmek için olsun yabancı askerlerin ülkeye girişi sakıncalıdır. Bu sakıncalı durumu, rakiplerinin üzerine atmak için de, iktidardaki parti ve anti-komünist partiyle işbirliği yapmak ve daha sonra da sosyalizmi inşa çalışmalarına başlamayı hedeflemektedir. Sartre bu oyunuyla, o dönemin siyasi ortamına, hem de parti içindeki hesaplaşmalara dikkat çeker. 

“Cehennem Başkalarıdır”

“Gizli Oturum” ise, Sartre’ın ünlü “Cehennem başkalarıdır” sözünün geçtiği, insan ilişkilerine bakışına ışık tutan bir oyun. Ölmüş üç kişi bir odada bir araya gelir. Üçü de birbiri ardına odaya alınır ve hepsi de oranın cehennem olduğu bilinciyle cellatlar, kazıklar, işkence aletleri beklemektedir. Oysa cehennem azabını yaşatacak olan yine birbirleri, yani “başkalarıdır”.

“Saygılı Yosma” oyununda ise Sartre, hiç değişmeyen bir dekor içinde dönemin Amerika’sında zencilere yönelik ırkçılığı ele alır. Oyunun merkezinde bir yosma ve onun seçimleri vardır bu kez. Bir tren yolculuğunda, gelecek vaat eden, senatör olmasına kesin gözüyle bakılan bir beyaz, bir zenciyi öldürür. Olayın tarafsız tek görgü tanığı ise Lizzie adında bir yosmadır. Cinayeti işleyen beyazı kurtarmak isteyen bir senatör ve oğlu, Amerika’da zencilere yönelik ırkçı bakış açısını bize aktaran karakterlerdir. Lizzie her ne kadar zencinin suçsuz olduğunu bilse de, sistemin üzerindeki baskısına dayanamaz ve onun kendisine tecavüz ettiğini söyleyerek, senatör adayının kurtuluşunu sağlar. Attığı bu adımla o da kendi yolunu seçer böylece. Zencileri aşağılamanın en hafif örneğini ise yine geleceğin senatörünün ağzından duyarız: “Benim beş tane zenci hizmetçim var. Telefonla arandığımda içlerinden biri açarsa, ahizeyi bana vermeden önce mutlaka siler.”

Sartre’ın oyunlarını henüz izlemediyseniz, sahnelenmelerini beklemeden okuyun derim. Tiyatro oyunları, her ne kadar sahnelenmek için yazılsa da onları okuyarak kendi sahnemizi yaratırız. Aradan geçen yarım yüzyıla karşın güncelliğini yitirmemiş konularla, kendi biçimlendirdiğiniz dekorunuz, ışığınız ve müziğinizle bir Sartre oyunu yaratmanın, var olmaya ve özgürlüğü yeniden ele almanın tam zamanı!

arslan.rengin@gmail.com
twitter.com/RenginArslan

*Bu yazı ilk olarak Eylül 2007’de Remzi Kitap Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.