Header Ads

2011'in Sonu: Bizim İçin 'Uludere Katliamı' Onlar İçin 'Hata'

- GÖKSEL ARSLAN -
2011 yılı neoliberal güvenlik devletinin savaş konseptinde yeni bir düzleme sıçradığı yıl olarak hafızalara kazındı. “Toplumsal uzlaşma”, “barış görüşmeleri” ve benzeri adlar altında tartışılan politikalar kontrgerilla savaşının tüm uygulamalarıyla birleşerek topyekün savaşa dönüştü.

Düşük yoğunluklu savaş da denilen bu strateji yalnızca ve yalnızca askeri strateji değil asıl olarak siyasi bir strateji olduğunu gösterdi. Dolayısıyla AKP dahil devletin de “çözüm”den ne anladığı, nasıl bir yol izleyeceği açığa çıktı.

Siyasi strateji olarak yeni bir düzleme sıçrayan devlet, MGK bildirilerinde açıkça belirttiği gibi medya aygıtını da kendisiyle birlikte yeni bir düzleme yerleştirdi. Medyanın devasa sermaye fonlarıyla iç içe geçmesi ve doğrudan sermaye çıkarlarını gözetmesi başka türlü hareket etme imkanını sıfırlıyordu.

30.12.2011 tarihli gazete manşetleri, kar maksimizasyonuna bağımlı sermaye medyasının neoliberal güvenlik devleti ile birlikte, ırkçı kapitalist formasyonun sürdürülmesindeki çıkar birliğini ortaya koyan, son aylardaki en çarpıcı örnekler arasında yer aldı.

Mardin'de su tesisatçılığı yapan 2 yoksul Kürt emekçisinin katledilmesinin yankısı geçmeden, Uludere’de 35 yoksul Kürt köylüsünün katledildiği haberleriyle sarsıldı bu coğrafya.

Katliamla ilgili genelkurmay bilgi notu açıklamasına kadar paralize olan sermaye medyası daha sonra, “bir grup terör örgütü mensubunun savaş uçakları ile vurulduğu”, “PKK'nın yuvalarına bomba yağdırıldığı” ya da “üzerlerine bomba düşen bir grup köylünün öldüğü” gibi gerçek dışı bilgilere yer verdi. Ne var ki katliam fazla gizlenemedi. Halkın çabasıyla ayrıntılar kısa sürede öğrenildi.

Yapılacak çok fazla bir şey kalmamıştı ve Kürt köylülerinin katliamına ikna olmamızı, üzülsek de şu veya bu sebeple rıza göstermemizi isteyen yorumlar ve manşetler ortalığı kapladı.

Her bir medya grubunun belli bir sermaye grubunun çıkarlarını gözeten politik tavırları ve bu tavırların çoğunlukla sert savaşlara dönüştüğü ortadayken, Kürt köylülerinin katliamına halkı ikna etme propagandasındaki uyum şaşırtıcıydı.

Manşetlerdeki “çok üzgünüz”, “Gediktepe sendromu kaçakçıyı vurdu”, “sınırda vahim hata”, “istihbarat MİT ajanından geldi”, “ölümcül hata”, “ölümcül istihbarat” gibi yorumları okuyanlar günün, kapışma günü değil, ortak sınıf çıkarına hizmet günü ilan edildiği hissiyatına kapılıyordu. Madalyon teorisi adeta bir kez daha vücut bulmuştu. Taraf ve Aydınlık gazeteleri katliamı ortak bir sebebe, ”istihbarat komplosuna” dayandırmıştı. Anlaşılıyor ki neoliberali, milliyetçi-muhafazakarı ve sosyal şöveni kısaca sermaye medyası blok olarak “Kürt Hareketi”nin karşısında “MGK Açılımı”nın arkasındaydı.

Sermaye medyası ve neoliberal güvenlik devletinin ortak çıkarları, ırkçı kapitalist formasyonun devamından yanaydı.. Yakın bir zamanda değişiklik olmayacağı da aşikardı. Dolayısıyla merkezinde medya aygıtının bulunduğu “Kürt Açılımı” denen “Büyük Yalan“ üzerine kurulu söz ve vaadlerin, laf cambazlıklarının, “demokratik barış” veya benzer bir sonuca varma olasılığı bulunmadığı da ortadaydı.. Hiç kuşku yok ki , geniş kesimler sermaye medyası aracılığıyla allanıp pullanıp süslenerek dolaşıma sokulan “Kürt Açılımı” masalına inanmış ve aldatılmıştı.

Bütün bu aldatmalara, kontrgerilla savaşına ve sivillerin toplu katliamlarına rağmen halkın mücadele iradesinin kırılamaması, yaygın, kitlesel, devamlı olabilmesi “Kürt Açılımı” sebebiyle değil ona rağmen ilerledi. Vahşete, ayrımcılığa ve insanın insan tarafından alçaltılmasına karşı tırnaklarıyla kazıyarak mücadelesini sürdüren her şeye rağmen yoksul halktı.

Uludere katliamı sonrası, ilan edilen genel yas ve direniş, Diyarbakır, İstanbul, Adana ve bir çok il ve ilçede kepenk kapatma, okul boykotu, belediye şoförlerinin kontak kapatması ve temizlik işçilerinin iş bırakması, karşı zora rağmen, kitlesel eylem ve yürüyüşlerle hayata geçirildi.

Bilinir, ırkçı kapitalist formasyon ve onun neoliberal güvenlik devleti, gittiği yere özgürlük ve eşitlik değil baskı ve şiddet götürür. İnsanlar gerçekten bombalarla ölür, gerçekten hücrelere kapatılır. Fakat, olguları en yaygın ve yanıltıcı yol olan tek tek ele alıp, parça parça ayrıştırarak keyfimize göre birleştirmek ne yazık ki bu gerçekliği buharlaştırır. Dolayısıyla, bütünsel gerçeklik kaybolur, gündelik retoriğin peşinden sürüklenen, bugün ona yarın şuna hak veren akıl öne çıkar. Sermaye medyasının kitle gücü, diğer şeylerin yanında birazda bu akıl peşinde koşan “muhalif” kesimden geliyordu.

Aslında, “Uludere Katliamı” çok önemli bir meseleyi görünür kıldı. Sermaye medyası retorik olarak birbirinden ne kadar farklı politik mecrada yayın yaparsa yapsın kritik dönemeçlerde devletin has aygıtıydı ve fonksiyonu ortak çıkara hizmet etmekti. Sosyal şöven, milliyetçi-muhafazakar ve neoliberal mecra elbirliğiyle bizi istihbarat hatası veya komplosuna iknaya çalıştı. Oysa toplu katliam düşük yoğunluklu savaş konseptinde neoliberal güvenlik devletinin sık kullandığı bir yöntemdi. Kısa bir süre önce Kazan Vadisinde aynı yöntem kullanılmıştı. Geçici, hatalı , bir sapma değil, yerleşik, istikrarlı ve denenmiş bir yöntemdi. Fakat manşetler ve yorumlar aksini ispatlamaya çalışmaktaydı.. Sermaye medyası sınıfsal çıkarlarını sahiplenmiş, ırkçı kapitalist formasyonu ve devletini normalleştirme çabasına girmişti. Tarih bir kez daha hükmünü yürüttü

Bu gün ihtiyacımız olan sanıyorum sermaye medyasından daha çok kopuş, daha çok J.P.Sartre. Sartre, Fransa’nın Cezayir işgaline karşı mücadelesi sırasında Paris-Sorbonne Üniversitesinin önünde gazete satarken tutuklanır. O yıllarda, "insanın özgürlüğü, kendisine karşı yapılanlara takındığı tavırda gizlidir" der.

Sanıyorum, bizi kurtaracak olan yol, sermaye medyasının anlattığı masalların peşinde koşmaktan değil, bu cümlenin peşinde koşmaktan geçiyor. Çoğunluğa aykırı düşsek de.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.