Header Ads

“Düşünce Hazır Olda Durmaz”

- ERDAL SÜSEM -
Kalem meramını özgürce anlatabiliyor mudur bu devirde? Kaleme yön verip tesirli ve özgür kelimeleri yazmasını sağlayan bilinci, dört başı mahmur bir iktidar çepeçevre kuşatıp, düşünceyi prangalayan yasaları itinayla hukuk metnine geçirip ve ha bire parmağını tehditkârca savururken, kalemin ve dilin özgür kelimeleri yansıtması zordur.

Düşüncenin özgür ifadesiyle, özgür düşünce ve bizatihi özgürlük olgusu birbirini tamamlayan ve bağlayan kavramlardır. Toplumun özgürlük sınırlarıyla, özgür düşünce ve ifadesi ayrılmaz kutuplardır. Bunların alt yapısını oluşturan da, o dönemin sınıf iktidarı ve onun egemenlik aracı devlettir.

Varlığı gereği her sınıf iktidarı, bekasını devam ettirmek, toplumu ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek ve yeniden üretimi değişen koşullara paralel örgütlemek gayesiyle kurumsallaştırdığı üst yapı öğeleriyle ve de bunların ideolojik aygıtlarıyla toplumun kılcal damarlarına ideolojisini serpiştirir.

Düşünme yöntemimiz çocukluğumuzda hadım edilir, bağımsız/özgür yetisini kaybeder. Merakımızın ve sorgulama yetimizin en canlı olduğu çocukluk evresinde, iktidarın devamını ve yeniden üretimini sağlayan imgeler ve semiyotik argümanlar bilince zerk edilir. Bilincimize zerk edilen bu formlar, yasaklar, küresel mitler, ideolojik figürler, günahkâr kavramlar, katı ahlak ve inanç kurallarıyla pekiştirilir. Böylelikle imgelemleri kim belirleyip içeriklendiriyorsa, algımıza da onlar yön vermiş oluyor. Bir görme biçimini alan bu düşün selinde, artık bağımsız düşün gücümüz ya yitirilmiş ya da körelmiş olduğundan, bir olgu ve olayı duyumsadığımızda, ön kabullerimizi oluşturan imgelemeler devreye girer öncelikle. Böylelikle gerçeği değil, imgelemelerinizin buyurduğu algıyla, almak istediğinizi alırsınız. Zulmün gadrine uğrayan bir insanı gördüğünüzde, imgelemeleriniz şovenizmle muhtevalandırılmışsa, insani hümanizmle o insana yardımcı olup zulümkârı lanetlemek yerine “hak etmiştir” deyip sırt çevrilebiliniyor veya bir tekme de kendisi atabiliyor. Hafızamızı biraz yoklarsak, haklı taleplerini dile getiren Kürt yurtseverler polisin şiddetine maruz kaldığında, polisi alkışlayan ya da polisle birlikte saldıran insanların özgürce düşündüğünü söylemek zor olur.

Hemen hemen tüm sınıfa dayalı iktidarlarda, devlet, topluma karşı görevlerinin arasına, “şeytani ve tehlikeli düşüncelerden insanın aklını korumayı” da alır. Varlığını sorgulamaya, yönetimini ve siyasasını eleştirmeye, dayandığı ideolojik zemini ve argümanlarını sarsmaya, halkın taleplerini dile getirmeye dönük etkileyici bir kalkandır bu düstur. Bilir ki, “şeytani ve tehlikeli fikirler” bir kez toplumun toprağına tohum olarak düşmeye görsün; düşmüşse filiz verip gökçe gökçe büyür. “Yılanın başını küçükken ezmeli” saldırganlığıyla tam tekmil donanarak, soru soran ve sordurtan bilumum fikir sahiplerinin kellesini uçurur, fetva verip zindana atar. Fikrin kritiğinden, yakıcı ve yıkıcı eleştirisinden korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz devletlûlar. Düşman ordularından daha çok, yönettiği halkın aklının gözeneklerinde boy atacak fikirlerden korkarlar.

Her toplumsal formasyon ve devlet siyasasına göre, fikir yasakları farklı içerik ve biçimlerde olmuştur, oluyor da. Feodal Osmanlı’da, sultan ve silsilesini ve de memurları eleştirmek, sömürgeciliği didiklemek, gayrimüslimlerin haklarını savunmak, boyunduruk altındaki ulusların özgürlüğüne dair kalem oynatmak; tehlikeli sulara girmek ve kelleyi koltuk altına almaktı.

Osmanlı’nın mirasına dayanıp, onu günün koşullarına uyarlayan “Türkiye Cumhuriyeti” siyasasında, dört başı mahmur fikir yasakları gani gani: Yıllar yılı, M. Kemal tabusu yasaların zırhıyla korundu. M. Kemal’in bir icraatını eleştirmek vatana ihanetle sıfatlandırılıp yargılama mizanseninde defterler dürüldü. Yasal dokunulmazlık ve cezalarla pusatlandırılmış M. Kemal tabusu, aydınların çoğunluğunun bilincini esir aldı. Aydınlarımızın ve devrimci cenahın bir kesimi Kemalizm’le malûldüler. Ulusalcılık bu kesimleri sistem içine gömmüş ve biraz inceltilip sosyalizm sosuna batırılarak Kemalizm yeniden üretiliyordu. Bu biraz suskunlarsa ayaklarının altındaki toprağın kaymasındandır.

İstiklal Mahkemeleri’nden Ağır Ceza Mahkemeleri’ne uzanan tarih aralığında, T.C. klasiğinin yargı organları; aydınları, basını, muhalif ve ilerici kesimleri nasıl “terbiye” edeceğiyle; devrimci ve sosyalistleri de hangi yöntemlerle tasfiye edeceğiyle görevlendirilmişti.

Kemalizm, resmi tarih, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, komünizm, Ermeni soykırımı, ulusal azınlık ve farklı din/mezheplerin hakları, orduyu eleştirmek kavramları devletin ideolojik aygıt ağlarına takılıyor, bu fikirleri dillendiren ya da kaleme alanlar hakkında ivedilikle soruşturmalar açılıyor, apar topar yargılanıp kodese atılıyordu. Fikir üzerindeki bu sultanın hâkimiyeti bertaraf edilmiş değil. Bugün bu kalın çizgilerin bazılarının korunduğu, bazılarının da inceltilerek farklı veçhelerle içeriklendirildiği aşikâr.

Fikir özgürlüğünü yalnızca kendine kullanan, muhalif cılız bir sese dahi tahammül edemeyen devletlûlar, varlıklarını güvence altına almak ve “gönüllü” biat ile sistemini yeniden üreten bilinci sağlamak yönelimiyle, ideolojik aygıtlarıyla toplumun öznelerinin bilincine kendi fikirlerini zerk etti, ediyor da.

Karşımıza toplumun fikirleri ve bunun daha katı ve de baskıcı bir biçimiyle çıkan mahalle baskısı, esasında devletin ideolojik aygıtları tarafından örgütlenen dokudur.

Özgürce düşünemeyen, sorgulayamayan, araştıramayan, soru sorup tercihte bulunamayan bir toplumun/topluluğun kendine has fikirleri pek olanaklı olamaz. Merkezden periferiye açılıp, devlet, toplum ve aile tedrisatın tek yönlü verileriyle algı/bilinç inşa eden bireyin özgürce düşünme yetisi zayıflar. Sunulup dikte edileni alır, hatmedip yaşar.

Düşüncenin ifade özgürlüğü, özgürlük sorunsalına bire bir bağlıdır. Varlık direklerini; üçlü sacayakları; artı-değer sömürüsü, eşitsizlik ve sınıf imtiyazı/erki üzerine kurup üst yapı aygıtlarıyla kurumsallaştıran bir sistemde; özgürlük ve bunun bir türevi olan düşüncenin ifade özgürlüğü; üretim tarzına ve üretim tarzına tekabül eden üst yapısıyla; dolayısıyla da devlet karakteri ve siyasasıyla sınırlıdır.

Toplumun ve bireyin, has düşüncelerinin olabilmesi; tezin anti-tezini hiçbir beis olmadan öğrenmesine; muhakeme yapacak bilgiye; ilkeden gerçeğe değil, gerçekten ilkeye yöntemini bellemesine; yasak, katı kural ve hapseden aidiyetlerin gölgesinden kurtulmasına bağlıdır. Bunun neticesinde birçok şıkkın arasında tercih yapabiliyorsa ancak özgürce düşündüğünü söyleyebiliriz.

Devlet, toplum ve ailenin katı gölgeleri bilincimize çöreklendiğinde, henüz oyun oynama çağında öğreniriz otosansürü: Ailede babanın anti-demokratik uygulamalarına ve otoritesine karşı çıkışta ya şiddetle (fiziki ve psikolojik) ya da sevgisizlikle cezalandırılır çocuk. Çoğu zaman belki de farkındalığı duyumsamadan çocuğa söylenen, “uslu durmazsan seni sevmeyiz. Uslu durursan, severiz seni, lunaparka götürürüz” içerikli ifadeler inceltilmiş buyurganlık içerir. Eğitim pedagojisinde, Pavlov’un köpekleri gibi ödül ve ceza olgularıyla koşullandırılırız.

Toplumda bize biçilen, dini, siyasi, kültürel kimlik ve formları sorguladığımızda, günah, yasak, deli yaftalarını, ötekileştirme ve aforoz tehdidi perçinler.

Devlet erkânının varlığını, yapısını, siyasasını, aldığı politik kararları, ideolojik alt yapısını ve siyasi figürlerini, tarihini ve icraatlarını masaya yatırmaya yeltendiğimizde, soruşturmalar, para ve hapis cezaları, Hrant Dink gibi delikli pabuçlarla hunharca öldürülme tehlikesi devreye girer.

Tıkır tıkır işleyen bu çark bireye, neyin sisteme uyumlu neyin sistem dışı olduğunu belletmek gayesiyle tepeden tırnağa örgütlenmiştir. Bütün bu kaygı, korku ve lanetlenme endişesi yaratan zapturapt aygıtları, bireye, merkezkaç kuvvetlere uyumlu bir doku kazandırmak içindir. En başından beri, günah, yasak ve yasalarla çevrilen birey; laneti ve aforozu, baskıyı ve hapis yatmayı göze alamıyorsa durmadan ürettiği otosansürle kendini sistemin huzuruna sunar.

Otosansür; farklılığı, devinimi, niteliksel değişimi, yaratımı ve merakı köreltip öldürür. Oluşan karakter ve düşünce sistematiğinin özgün özelliği pek kalmaz. Teşbihte hata olmaz, fabrika imalatı metalara dönüşür insan. İnsanın bu nesneleşmesi paradoksal bir şekilde çatışmalara dönüşür. Düşünsel bir agorafobiye hapsolur birey.

Ama tarihin tekeri bu tek yanlı şeritte sürgitlenmiyor. Tik tak kurmalı saat değildir hayat. Bütün kural, ilke, günah, yasak ve yasalardan daha güçlü, devingen ve dönüşümseldir.

Üretici güçlerdeki gelişimin belli bir evresinde, yeni bir üretim tarzı basitten karmaşığa yol alarak oluşur. Marks’ın da belirttiği üzere, nihai olarak “ekonomik temelde meydana gelen değişme az ya da çok hızlı bir şekilde bütün muazzam üst yapıyı sarsıntıya uğratır.”

Toplumun gözeneklerinde pıtırak misali yeni fikirler boy atar. Eskiye ait ne varsa, miadı dolmuş olan ve tedavülden kaldırılmaya muhtaç ne varsa onlarla amansız bir savaşıma girilir. Bu, insanın otosansürünü parçalaması, kabuğundan çıkması manasına gelir. Bireyin kendisiyle ve aileyle, bireyin toplumun geri özellikleriyle ve bireyin devletle çatışması özgürlük alanında yeni bir toplumsal harekete, siyasal/sosyal niteliksel değişim kulvarına girer. Düşüncenin ifade özgürlüğü de, özgürlük sorunsalının evrelerine göre, biçim ve içerik kazanır.

Çelişkilerin derinleştiği bu evrelerde, sert ve amansız mücadelelerle motiflenir. Tarihin hiçbir evresinde kazanımlar bu evrelerden geçmeden özgürlüklerini almamış ve genişletilememişlerdir. Düşüncelerin özgürce ifade edilmesi de ancak bu kulvarda yürüyerek olur. İstense de istenmese de tarihin zorunluluk yasası mührünü basar.

Böylesi evrelerde Necip Mahfuz’un vurguladığı gibi; “Eğer bir yazar, toplumunun, kanunlarının ya da inançlarının artık geçerli olmadığı sonucuna varmışsa konuşmak onun görevidir. Ama bu açık sözlülüğün bedelini ödemeye hazır olmalıdır. Eğer bedel ödemeyi istemiyorsa sessizce kalmayı tercih edebilir.”

Gerçeğe secde edip hürmet duyduğumdan, susmanın onaylamak olduğunu mıh gibi kazımışım aklıma. Julius Fuçik’in betimlediği gibi “gerçeğin düşüncesi hazır olda duramaz”; avazı yettiği kadar haykırır!

Bu haykırmanın bedeli de, amansız soruşturmalar, üç ömür çalışsak da asla ödeyemeyeceğimiz para cezaları, sürgünler ve hapisliklerdir. Kim ne derse desin haklı bir davadan zindana tıkılan insan özgürlüğe daha yakındır. Hür düşünceli bir gazeteci ve yazar olmanın rüştü, Türk yargısının gediklisi İsmail Beşikçi hoca gibi, mahkemelerin ve kodesin yolunu arşınlamanıza bağlıdır. Tesirli kelamlar ve eserler, kudretli karşı koyuşların bağrından çıkmıştır.

Elbette düşüncenin ifade özgürlüğü bunlarla sınırlı değil: Paranın metalik sesiyle kalemini oynatanlar, sırtını iktidara ve medya tekellerine dayayanlar, zulümkârın diliyle yazanlar, dinsel dogmalara kani olup başka hakikat tanımayanlar, dogmatik siyasal görüşlerin bataklığına saplanıp bir kez bile olsun öğretisinden şüphe duyup eleştirmeyenler, katı/fetişçi aidiyetlerle örülen bilinçler ve resmi ideoloji mitini bayrak yapanlar; düşüncenin ifade özgürlüğünde hasarlı olup özgürce düşünemezler, konuşup yazamazlar.

Gazeteci, editör/yayıncı, yazar kimliklerim bulunsa da, öncelikle sosyalist bir aktivistim. Diğer üç kimliğime yön veren sosyalist kimliğimdir. Ezilenlerin safında, onlarla aynı sofradayım. Ahval bu olsa da, devrim-demokrasi bileşkelerinden oluşan sosyalist hareketin, düşüncenin ifade özgürlüğüyle sınavı pek pürüzsüz değil. Ciddi handikaplar ihtiva etmekte.

İstisnaları ve yeni de olsa eleştirel sorgulamalar getirenleri dışta tutarsak, çoğunluk; diyalektik materyalist felsefeyi feyz aldığını, Marksizm’in tamamlanmış bir retorik olmadığını, fizikte ve toplumsal alandaki her değişmeyle gelişip sıçramalı bir nitelik kazanacağını dile getirseler de; sosyalizmi dinsel bir dogmaya indirerek resmi ideoloji yazıyorlar. Bu resmi ideoloji eğilmez, bükülmez ve tartışılamaz halini alıyor.

Doğa ve toplum (dolayısıyla düşünce), hep çelişme halindedir. Felsefi bağlamda da, her çelişme uzlaşmaz olup, devinimin ve gelişmenin dinamosudur. Bu hakikate rağmen, çoğunluğun sosyalizm tahayyülü çelişmesiz (sınıf ve ideolojik yansıları) sosyalist parti olgusu yekparedir/monolitiktir.

Ara toplum olan sosyalizm çelişmesiz değildir. İlkesi, “herkes emeğine, herkes yeteneğine göre”, emek ve yetenek farklılıklarını taşıdığından, uzlaşır karşıtlık kategorisinde bulunsa da, çelişmedir. Her çelişmenin, sosyal ve siyasal alt yapısı vardır.

Sosyalist parti, sosyalizm özgülünde kurulup komünizmle sönümlenecektir. Parti, sınıflı toplumların bağrında kurulduğundan, farklı sınıfların ve toplumsal tabakaların yansımalarını ihtiva eder. Niyet değil, toplumsal zorunluluktur bu. Bu yansımalar partinin, homojen olmayıp heterojen olduğunu gösterir. Fakat çoğunluğun parti algısı homojen olduğundan, egemen fikir yukardan aşağıya dikte edilir. Dikteye tâbi olmayan ya da eğitimle ikna olmayanlar, ya fiili tasfiyeye ya da fiili ayrılığa zorlanır. Böylelikle farklı fikirlere tahammül edilmez, çoğunluğun sultası uygulanır. Bu, resmi ideolojiyi/görüşü yansıtır ki, bugün ve yarın sosyalist demokraside, resmi görüş dışındakilerin düşüncelerinin ifadelerinin özgürlüğü nasıl teminat altına alınacak sorusunu yeniden güncel kılıyor.

Aynı olgu sosyalist basın için de geçerli. Gazete ve dergilerde, resmi görüş dışında farklı/muhalif bir fikir bulunmaz. Tek sesli bu yayıncılık, Rosa’nın “özgürlük ötekinin özgürlüğüdür” sözleriyle betimlediği ilkeyi dışlamakta, azınlığın eleştiri ve ifade özgürlüğü içe yöneltilerek kadükleştirilmektedir.

Son sözü Rosa Luxemburg’a vererek bitirelim: “Genel seçimler ve sınırsız basın ve toplantı özgürlüğü, özgür fikir mücadelesi olmadığı sürece, hiçbir kamu kuruluşu varlığını koruyamaz, yalnız bürokrasinin etkin öğe olduğu bir görünüm ortaya çıkar. Toplumun yavaş yavaş sesi soluğu kesilirken, bitmez tükenmez bir gücü ve engin tecrübesi olan beş on parti lideri yönetir ve egemenlik kurarlar. Gerçekte bu liderler arasında sivrilmiş ancak birkaç kişinin kafası yönetimi yürütür, işçi sınıfının seçkinleri liderlerin konuşmalarını alkışlayıp alınan kararları oybirliğiyle onaylamak üzere zaman zaman toplantılara çağrılır; buysa, temelde bir klik yönetimi, bir diktatörlük, ama proletaryanın olmadığı kesin bir diktatörlüktür, yalnız bir avuç politikacının diktatörlüğü, yani burjuva anlamda bir diktatörlük.”

Sonun sonunu da Mao’ya bırakalım: “Hangisi daha iyi; tek parti mi yoksa çok parti mi? Şu anda gördüğümüz gibi belki de çok partinin olması daha iyi. Bu, geçmiş için olduğu kadar gelecek için de doğru olabilir, uzun vadeli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim anlamına gelir.”


Erdal SÜSEM
Edirne F Tipi Cezaevi
B1-38 Koğuşu
EDİRNE

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.